28 Ağustos 2018 Salı

T24."GÜNDEM"-ÖZEL HABER: "Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, Kürtlerin çok çocuk sahibi olmalarını tartışmaya açtı."

Prof. Dr. Anıl Çeçen: "Dünya Bankası, Kürtleri çocuk yapmaya teşvik ediyor"
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, Kürtlerin çok çocuk sahibi olmalarını tartışmaya açtı. (11 Ocak 2012 00:00)

Hülya Karabağlı
T24/ ANKARA - TBMM Terörden Kaynaklanan Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Komisyonu’nda görüşlerini açıklayan Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, "Kürtlerin çok çocuk sahibi olmalarını" tartışma konusu yaptı. "Ulusal Sol" kitabının da yazarı olan Çeçen, “Neden bugün Türkiye'de Türklere yönelik doğum kontrolü yapılırken, işsiz ve yoksul Kürtlerin 10 çocuğu var. Araştırdım, Dünya Bankası fonlarından para yardımı yapılıyor. Burada bir plan, emperyal proje var. Kürt kardeşlerimizin bunu düşünmesi gerekir” dedi.
‘Savaş ortamında terör farklıdır’
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde kurulan alt komisyon, Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen’i dinledi. Terörün sadece insan hakları açısından değerlendirilemeyeceğini belirten Çeçen’in 3. Dünya savaşı çıkabileceğine ilişkin yorumları şöyle:
‘Teröre insan hakları açısından bakamayız’
“Çok konuşulan 3. Dünya Savaşı başlama noktasına da gelebilir. O zaman Güneydoğu ve Kuzey Irak'ta yaşanan terör, bu savaşın bir ön savaşıdır. Teröre insan hakları açısından bakamayız, savaş hukuku açısından bakmak durumundayız. Çünkü sürekli insan kaybediyoruz, sürekli çatışma var, sürekli mağdur var. Bu çerçevede İnsan Hakları Sözleşmesi'nin getirdiği temel haklar çerçevesinde değerlendirme noktasında değiliz. Güneydoğu'da yaşanan teröre bir savaş öncesi dönem olarak görmek, terörün önlenmesi sürecinde de savaş hukukunu doğrudan doğruya Cenevre Sözleşmesi ve protokollerini gündeme getirmek durumundayız.
Son gelişmelere baktığımızda Güneydoğu ve Kuzey Irak'taki terör gelişmelerinde zaman zaman kimyasal, biyolojik silahların kullanıldığını ortaya koyan gelişmeler var. Bu çerçevede doğrudan doğruya bölgeye insancıl hukuk noktasında müdahale edilmesi gerekmektedir. Konuya kendi başımıza çözüm üretme noktasında değiliz artık. Çünkü terör ülkesel değil, bölgeseldir. Bölgede devam eden savaşın kurallara bağlanması noktasında BM'den yardım talep etmek... Yani bölgeyle ilgili olarak yapılmayan bir şeyi öneriyorum. 34 kişi ölüyor bunların tazminat talepleri var, bunları normal insan hakları sözleşmeleriyle karşılayamazsınız. Bu savaş hukuku çerçevesinde ele alınır. Cenevre sözleşmeleri savaş hukukunun uluslararası hukuk açısından kurallara bağlanmasıdır. Cenevre Sözleşmeleri kapsamında ölenlerin tazminat hakkı, sivillerin zararları ve mağduriyetleri karşılanabilir artık bu noktaya gelmiştir. 34 kişinin aynı anda ölmesi savaş demektir, terörün ötesine geçmiştir.''
'Yoksul Kürtlerin 10 çocukları var'
Sorular bölümünde Çeçen, “'Bir Kürt devletinin kurulmamasının suçlusu Türkler değil. Bu coğrafyadaki haritayı, 1916'da Kahire'de bir İngiliz ve Fransız subayı çizmişlerdir. İsteselerdi o zaman Kürdistan kurabilirlerdi. Çünkü Kürt kartını Sovyetler Birliği sonrasına saklandı. İkincisi; neden bugün Türkiye'de Türklere yönelik doğum kontrolü yapılırken, işsiz ve yoksul Kürtlerin 10 çocuğu var. Araştırdım, Dünya Bankası fonlarından para yardımı yapılıyor. Burada bir plan, emperyal proje var. Kürt kardeşlerimizin bunu düşünmesi gerekir” dedi.

20 Ağustos 2018 Pazartesi

“Yardımlaşmada Adalet” Paneli M. YAHYA EFE ANAYURT GAZETESİ 21 Aralık 2017 Perşembe ANKARA

“Yardımlaşmada Adalet” Paneli

M. YAHYA EFE
ANAYURT GAZETESİ
21 Aralık 2017 Perşembe
ANKARA

Sevgili okurlarım, 12-18 Aralık 2017 tarihleri arasında kutlanan 25. Yoksullarla Dayanışma haftası, bu yıl Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu’nun himayelerinde yapıldı..
YOYAV’ın koordinatörlüğünde düzenlenen bu yardımlaşma kervanına, 39 sivil toplum kuruluşu katıldı.
Bu kuruluşların içerisinde; Kilis Valiliği, Kilis Belediye Başkanlığı, Kilis 7 Aralık Üniversitesi ve Genel Başkanı olduğum Kilis Yardımlaşa Derneği de vardı.
Kilis Yardımlaşma Derneği’nde “Yardımlaşmada Adalet” konulu bir panel düzenlendi.
Panelistler; A.Ü. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, Gazeteci-yazar Harika Ören, Gazeteci-Yazar Münevver Özcan idi.
“Yardımlaşmada Adalet” Panelindeki açılış konuşmamı sizlerle paylaşmak istiyorum;
“Değerli Konuklar, “YARDIMLAŞMADA ADALET “ PANELİ’ne hoş geldiniz. Ulu Önder Atatürk, silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin manevi huzurunda sizleri bir dakikalık saygı duruşu ve İstiklal Marşına davet ediyorum.
Değerli Konuklar, hayatı paylaşan insanlar, aynı düzeyde değillerdir. Zayıfı, güçlüsü, fakiri, zengini, erkeği, kadını doğar, büyür, birlikte yaşar ve ölürler.
İşte bu beraberlik hayatın kaynağını oluşturuyor. Ancak bu farklı insanlar, yaşadıkları süre içinde birbirlerine ihtiyaç duyarlar ve yardımlaşmak zorundadırlar…
Dostluk ve kardeşlik duygularını tazeleyen, insanları sevgi ve saygı bağları ile bütünleştiren, hasretleri gideren, insanların bir araya gelmesini sağlayan yardımlaşma ve dayanışmanın, yoksullukla mücadelede, sosyal hayatımızda ve ülke kalkınmasında çok önemli bir yeri vardır.
Yoksulluk, insanlığın ve toplumumuzun huzurunu tehdit eden en temel sorunların başında gelmektedir.
Bu nedenle yoksullukla mücadele de yardımlaşmanın önemi oldukça büyüktür.
İnsanların birbirine yardım etmesi eylemi olan yardımlaşmaya, son yıllarda toplum olarak, gereken önemi vermiyoruz.
Toplumdaki bu büyük noksanlık ise, kültürümüzün bir insanlık ayıbıdır.
Bugün ülkemizde karnını doyuramayan, başını sokacak bir ev bulamayan, can güvenliği olmayan yahut eğitim ve sağlık hizmeti alamayan insanların sayısı hepimizin düşündüğünden çok daha fazladır.
Toplum olarak yardımlaşma duygusunu yaşayabilmeliyiz. Sevinirken sevindirmek, giyerken giydirmek, doyarken doyurmak ve gücümüzün yettiğince yardıma ihtiyacı olan muhtaçlara yardım elini uzatmak, bir insanlık görevidir.
İşte bu duygu ve düşüncelerle; bir yoksulun yüzünü güldürmek, bir garibi sevindirmek, bir fakiri giydirmek ne güzel bir duygu.
Bir öğrenciye burs vermek, bir güçsüzü gözetmek, bir yaşlıya kanat germek, ne güzel bir yardım severlik.
Toplum olarak yardımlaşma duygusunu yaşayabilmeliyiz. Bugün işsizliğin kol gezdiği ülkemizde, mal ve mülk sahibi zenginlerimiz, yardım kurumlarına destek olarak, işsize ve yoksula yardım elini uzatmalıdır. İnsan ne oldum değil, ne olacağım demeli...
Bu yardımı yaparken de Adaletli davranmalıdır…
“Hak’kın toprağına mülküm var, deme
Dam ile harmanda hakkım var, deme
Güçlü kuvvetliyim arkam var, deme
İnsanı sırt üstü yere seren var.”
Sözü, birbirinden değerli panelistlerimize bırakırken, hepinizi en derin saygılarımla selamlıyorum.”

Milli Birlik ve Paylaşma Kültürü paneli KİLYAD (Kilis Yardımlaşma Derneği) ve Efece Haber İnternet Gazetesi tarafından “Milli Birlik ve Paylaşma Kültürü” Paneli düzenlendi. (M. Yahya EFE, EFECE HABER,HABERLER>ANKARA 23 Aralık 2016 Cuma)

Milli Birlik ve Paylaşma Kültürü paneli

Kısa adı KİLYAD olan "Kilis Yardımlaşma Derneği" ve Efece Haber İnternet Gazetesi tarafından “Milli Birlik ve Paylaşma Kültürü” konulu Panel düzenlendi.
ANKARA (Anayurt) – Kilis Yardımlaşma Derneği (KİLYAD) ve Efece Haber İnternet Gazetesi tarafından “Milli Birlik ve Paylaşma Kültürü” Paneli düzenlendi.
A.Ü Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen Konuştu: 
KİLYAD Toplantı salonunda düzenlenen panele; A.Ü Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, Milli Eğitim Bakanlığı emekli Müsteşar Yardımcısı Mehmet Temel, Çırak Eğitim ve Öğretim Vakfı Başkanı İbrahim Karakoç, MESVAK Başkanı Nurettin Konaklı, KİLYAD Genel Başkanı M. Yahya Efe, YOYAV Denetim Kurulu Üyesi Mehmet Narince, Yazarlar; Orhan Selen, Harika Ören, Münevver Özcan, Günseli Rumelioğlu, Ahmet Göksan, Mustafa Kaya Akozan, Önder Matbaası Sahibi Sarhat Kabasakaloğlu, emekli öğretmen Çelen Efe, Yeliz Özcan ve seçkin bir davetli gurubu katıldı.
Panelin açılış konuşmasını ve sunumunu İnci Basım yaptı. Ulu Önder Atatürk, silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin manevi huzurunda bir dakikalık saygı duruşu ve İstiklal Marşımızın okunmasından sonra, İnci Basım, okuduğu “Gönül” isimli bir şiirle paneli başlattı.
M. Yahya Efe’nin yönettiği panelde; Prof. Dr. Anıl Çeçen, Harika Ören, Münevver Özcan ve Mehmet Temel; Milli Birlik ve Paylaşma Kültürünün, bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî kıymetlerden oluşan bir bütün olduğunu dile getirdi.

Anıl Çeçen : Yanlış aktardılar Prof. Dr. Anıl Çeçen ortada yanlış anlaşılma olduğunu ifade etti. (ANAYURT GAZETESİ: 25 Ocak 2012 ... Prof. Dr. Anıl Çeçen ortada yanlış anlaşılma olduğunu ifade etti.)

Anıl Çeçen : Yanlış aktardılar
Prof. Dr. Anıl Çeçen (TBMM İnsan Hakları Komisyonu Toplantısı) ortada yanlış anlaşılma olduğunu ifade etti.

ANKARA (Anayurt) - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN, terörden kaynaklanan yaşam hakkı ihlalleri ile ilgili mağduriyet ve zararların önlenmesi konusunda yapılan TBMM insan Hakları Komisyon toplantısında; sivil halkın korunması, silahlı çatışmalar yüzünden ortaya çıkan mağduriyetlerin giderilmesiyle ilgili olarak Birleşmiş Milletler çatısı altında kabul edilen sivil halkın korunması ve silahlı çatışmalardan doğan zararların karşılanmasıyla ilgili uluslararası sözleşmelerin insan haklarının yanı sıra barışçıl bir alternatif olarak dile getirmiştir. Bunun üzerine, konunun basına yanlış yansıtılması barıştan yana bir önerinin tersi doğrultuda savaşçı gibi gösterilmesi, konunun ilgisiz yönlere çekilerek önemli ölçüde basın ve medya organlarında yanlış anlaşılma meydana gelmesi üzerine, Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN kendisini yanlış anlayan kesimlerden, özellikle de hiç bir zaman karşısına almadığı yöre halkından özür dilediğini vurguladı.
Sorumlu gazetecilik gereği Prof. Dr. Anıl Çeçen’in 11 Ocak 2012 tarihinde TBMM İnsan Hakları Komisyon toplantısında; komisyona verdiği bilgilerin tam metnini yayınlıyoruz. 
Tam metni internet sitemizde Güncel Dizi bölümünde okuyucularımıza sunuyoruz. 
TBMM İnsan Hakları Komisyonu 
11 Ocak 2012 Çarşamba 
BİRİNCİ OTURUM 
Açılma Saati: 10.19 
ALT KOMİSYON BAŞKANI: Mehmet Naci BOSTANCI (Amasya) 
BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, hoş geldiniz. 
Bugün terör ve şiddetten kaynakli yaşam hakkı ihlallerine ilişkin alt komisyonumuz Profesör Doktor Anıl Çeçen'i dinleyecek. Ben bugün kendisini dinleyecek olduğumuz Sayın Çeçen'in kısa hayat hikâyesini sizlere takdim edeyim. 1948 yılında Ankara'da doğdu. Ankara Koleji ve Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Aynı fakültede doktorasını yaparak on yılı aşkın süre öğretim görevlisi olarak çalıştı. 
Öğrencilik yıllarında gazetecilik yaptı. Bilimsel çalışmalarının yanı sıra kültürel ve toplumsal çalışmalarını da sürdüren Anıl Çeçen sırasıyla Atatürk Enstitüsü Genel Yazmanlığı, Halkevleri Genel Yazmanlığı, UNESCO Eğitim Komisyonu Üyeliği, Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara Temsilciliği ve Sanat Kurumu Başkanlığı yaptı. "Jeopolitik" kavramı ve 
Türkiye'nin jeopolitik konumu, kısaca dünya tarihi ve Türklerin bu tarihî süreçteki yeri, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla sonuçlanan hatalar ve imparatorluğun son yüzyılı, Kurtuluş Savaşı süreci ve cumhuriyet dönemi ve bu çerçevede özellikle Atatürk'ün düşünce yapısı, "cumhuriyet" ve "demokrasi" kavramları, Atatürk ilke ve devrimleri ve cumhuriyet dönemindeki sosyal ve siyasal gelişmeler ve dış siyaset konularında uzman olup bu 
konularda çalıştı, dersler verdi. Hâlen derslerini sürdürüyor tabiatıyla. Türkiye'deki dergi ve gazetelerde yüzlerce yazısı ve bilimsel araştırmaları yayınlandı. Çok çeşitli makaleleri ve 
kitapları var. Bunlardan birkaçını zikredecek olur isek: Türkiye'de Sendikacılık (1973), Atatürk ve Cumhuriyet (1981), Adalet Kavramı (1981), Kültür ve Politika (1984), Sosyal Demokrasi (1984), Halkevleri (1990). Evet, Anıl Hocam hâlen kamu hukuku kürsüsünde öğretim üyesi 
olarak Ankara Hukuk Fakültesinde çalışmalarını sürdürüyor. 
Şimdi ben sözü kendisine veriyorum. 
Hocam, tekrar "Hoş geldiniz." diyorum. 
Görsel basın görüntü aldıktan sonra çıkıyor, yazılı basın devam ediyor. 
Buyurun. 
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Hoş bulduk efendim.
Değerli Komisyon Başkanı, sayın üyeler; beni böyle bir toplantıya davet ettiğiniz için teşekkür ediyorum.
Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu bugünkü hassas dönemde iki önemli konuyla karşı karşıyayız ve bugün de bu iki konuyu beraberce ele alıp değerlendireceğiz. Birisi terör, diğeri insan hakları.
Şimdi, ben bir genel kamu hukuku öğretim üyesi olarak üniversitelerde yıllarca bu konularda çalışmalarda bulundum. Tabii, kamu hukuku "siyasal hukuk" demektir. Mesele tek yönlü değil. Bir yönüyle terör "devlet otoritesinin reddi" demektir. Bir yönüyle hak ve özgürlükler devletin sağlamakla zorunlu olduğu ortamı ifade eder. Genel kamu hukuku açısından konuya baktığımız zaman madalyonun bir yüzünde otorite vardır, öbür yüzünde hak ve özgürlükler vardır. Hak ve özgürlüklerle otoritenin beraberce ele alınıp değerlendirilmesi bugün bütün dünyada bütün devletlerin karşı karşıya kaldığı bir durumdur. Bu noktada bazen otorite ön plana geçer, bazen hak ve özgürlükler ortaya geçer ve bu iki alan arasındaki çatışma ve çekişme de siyasetin yönlenmesini sağlar. Ben her iki alanda da çalışmalarda bulunan bir arkadaşınızım, hem Türkiye'de devlet modeli -ki Atatürk'ün devlet modelidir- hem de hak ve özgürlükler -ki bu konu maalesef küresel emperyalizm tarafından kullanılmakta ve istismar edilmektedir- küresel emperyalizm öncesinde de Türkiye'de insan hakları üzerinde çalışmış bilim adamlarından birisiyim ama 1990 itibarıyla Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan tabloda artık kavramların yer değiştirdiğini, değişen kavramlar çerçevesinde de konuların daha farklı boyutlarda ele alındığını görüyoruz.
Şimdi, beni bugün bu toplantıya çağırmanıza neden olan son olayı öne alırsak ve son olay üzerinden konuya bakarsak, bugün, gerçekten Uludere'de yaşanan olay bütün toplumu, bütün ülkeyi sarsmıştır. Her yönüyle sarsmıştır çünkü yaşanan dram -ki dün akşam oğlumla konuşuyordum, ölen 35 kişiden birisi bilgisayar borcunun son taksitini ödemek üzere mazot kaçakçılığı yapmak zorunda kalıyor- gerçekten bir insanlık dramıdır. Yani burada devletin sadece ölenlerin haklarıyla ilgili değil ama oradaki sorunu çözememesinden kaynaklanan bir başka boyut vardır, bunun da üzerinde durulması gerektiği kanaatindeyim ama bu Uludere'de yaşanan olayı genel perspektif içerisinde ele alırsak konuya sadece terör açısından, sadece insan hakları açısından değil ama bir bütünsellik çerçevesi içerisinde baktığımızda dünyanın en hassas bölgesi konumuna gelen Orta Doğu ve gelecekte bir potansiyel savaş alanı olmaya doğru sürüklenen bu çevre, ki bütün devletler, Orta Doğu'daki bütün devletler şu an, özellikle son on senedir Amerikan ordusunun bölgeye gelmesiyle beraber savaş alanına dönüşmüştür yani normal koşullar yoktur.

Şimdi, burada meseleye sadece demokrasi açısından bakıp konuyu ele aldığımız zaman demokrasilerin ancak barış ortamında olabileceğini, savaş alanına dönüşmüş olan ülkelerde demokrasilerin normal koşullarda yaşayamayacağını görmek durumundayız ama küreselleşme süreci içerisinde "demokrasi" kavramının bir farklı boyutta ele alınması ve bu çerçevede konuya bakıldığı noktada da ortada bir demokratikleşme süreci üzerinden gündeme getirilmiş olan devlet ve toplum yapılanmasının dönüştürülmesi süreciyle karşı karşıyayız, ki burada Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin zorlandığını, burada toplumun geleneksel boyutlardaki yaşam süreci içerisinde bir zorlanmanın ortaya çıktığını görüyoruz ki bütün bunlar ele alındığında ortaya farklı bir tablo çıkmaktadır. Yani olayın yaşandığını ertesi gün gazete manşetlerine "devlet halkını bombaladı" diye manşet atmak, ki bütün dünyada yankı yaratmıştır, uluslararası yayın organları bu konuyu maalesef manşetlere taşımışlardır, burada Türkiye'ye karşı bir komplo olup olmadığı çok ciddi boyutlarda ele alınmaktadır ve bu komplonun uzaktan kumandalı bir manipülasyon süreci içerisinde bu bölgeye empoze edildiği konusu da ciddi boyutlarda tartışılmaktadır. Demek ki konu sadece orada yaşanan bir olay ve olayın dayandığı bir hata ya da bir kusur meselesi değil çünkü bir biri peşi sıra gündeme gelen bir süreç içerisinde konunun medyaya yansıtılması ve istismar edilmesi noktasında gene uzaktan kumandalı manipülasyonla yönlendirilen bir küresel komplo var mı yok mu, ki bugün Türkiye'de küreselleşme çizgisinde yayın yapan liberal ya da dinci çizgideki gazetelerde bile bunların makaleler biçiminde yer aldığını görüyoruz. Yani şuna gelmek istiyoruz: Bugünkü iktidarın göreve gelmesiyle başlayan süreç içerisinde Türkiye'de başlamış olan, yaşanmakta olan o zıtlaşmanın yani geçmişten gelen yapıyla yeni gelmekte olan yapı arasındaki zıtlaşmanın geride kaldığını burada vurgulamak istiyorum çünkü yeni bir durum var. Bu yeni durum çerçevesinde de bölgeye yönelik güvenlik sorunu, ki otuz yıldır yaşanan terör, bu bölgeye yönelik plan ve projeler doğrultusunda bir ön hazırlama hareketi olarak terörün gündeme çıktığını görüyoruz. Meseleyi sadece terör açısından ele alırsak Türkiye'de yaşanan teröre dönem dönem farklı isimler verildiğini de burada vurgulamak isterim. Özellikle bir askerî rejim sonrasında yani soğuk savaşın son dönemlerinde yaşanan terör Türkiye'de bir sol-sağ çatışmasıydı, daha sonra diplomatlarımıza yönelik bir terör yaşadık -ki orada bir etnik terör vardı ASALA terörü- ve daha sonra 12 Eylülle beraber ara rejimin Türkiye'ye gelmesinden sonra yaşanan bir etnik terör var.

Buna da bugün "PKK terörü" diyoruz ama artık PKK'nın boyutunu da aştığını görüyoruz. Meselenin tamamen bir bölgesel yeniden yapılanmaya, bölgede bir yeni harita çizilmesine ve bu çerçevede Türkiye'nin iç politikasını zorlamaya, baskı altına almaya ve o doğrultuda yeni bir anayasanın empoze edilmesi ama öbür boyutlarıyla da mesele, Türkiye'de iç politikada hukuksal ve siyasal bir süreç olarak devam ederken, öbür boyutlarıyla da Türkiye'nin sınırları ötesinde bölgesel

- çerçeveyi ele alan bir çizgide konunun bir projeye, bir yeni yapılanmaya, yeni bir
haritaya yöneldiğini ve bu çerçevede de terörün kullanıldığını, sadece Türkiye'ye dönük değil, bütün bölge ülkelerine yönelik olarak kullanıldığını ve önümüzdeki süreç içerisinde de özellikle son bir yılda başlayan Arap ve İslam ülkelerindeki Arap Baharı üzerinden de terörün bir halkların isyanı görüntüsünde, devletlerle kendi halklarını karşı karşıya getiren bir süreç
içerisinde terörün bölgeye yansıtıldığını görüyoruz ki burada kendiliğinden, normal çıkan bir sürecin olmadığını, Libya'da yaşananlara baktığımızda, Mısır'da yaşananlara baktığımızda, burada tamamen dıştan müdahaleye yönelen, özellikle gizli servis elemanları ya da özel güvenlik şirketi elemanları üzerinden terörün bölgeye yansıtıldığını görüyoruz ki Libya olayı
incelendiği zaman, gerçekten Libya'da yaşanan süreçte tamamen dıştan müdahaleyle bir provokasyonun yaratıldığını söyleyebiliriz. Benzeri bir süreç bugün Mısır'da yaşanmaktadır. Bütün Arap dünyasına yönelik olarak konu taşınmaktadır. Şimdi, demek ki bölgede böylesine
bir süreç, mevcut rejimlere, mevcut devlet yapılarına yönelik bir süreç, halkların isyanı ya da halkların ayaklanması çerçevesinde gündeme geldiği noktada ki bunların terör boyutu var, teröre yansıyan bir sürecin burada rejim değişikliğiyle beraber gündeme geldiğini görüyoruz ki bütün bu çerçevede konu ele alındığında, bir bölgesel yeniden yapılanmayla karşı
karşıyayız. Dün aldığım bir bilgiyi burada sizinle paylaşmak isterim. Birkaç gündür Amerikan gazetelerinde, Nisan ayında Orta Doğu'da İsrail ve Amerikan ordularının bir büyük manevraya kalkışacağı yazılmaktadır ve bu çerçevede de özellikle Amerika'da bazı kesimler
neden Amerika'nın bir büyük savaşa ihtiyacı olduğu -bakın, bu da çok önemli- Amerikan yayın organlarında dile getirilmekte ve tartışılmaktadır ki burada konunun ekonomik boyutu var, burada konunun siyasi boyutu var, burada dünya enerji yataklarının bulunduğunu dikkate aldığımızda küresel enerji şirketlerince bu coğrafyadaki yatakların bulunduğu alanlara
el konulması ki Libya'da bu yaşanmıştır, Irak'ta yaşanmıştır. Irak'a Amerika'nın girmesinden sonra petrol tamamen Amerika'nın yönetimine girmiştir, Libya'da aynı şekilde şimdi aynı şekilde bir paylaşma söz konusudur Avrupa ülkelerinin katılmasıyla beraber. Türkiye'yle
beraber bu coğrafyada da ki bu coğrafya petrolün ikinci alanı, yani çöl alanın bittiği ki 2020'lerde bunun biteceği ama 2020'lerden sonra "secondary zone" denilen ikinci alana yönelmesi ki bu Kuzey Irak'ın dağlık bölgesinde başlayan, Türkiye'nin Doğu Anadolu'sunu, Kafkasya'yı ve bütünüyle Hazar havzasını içine alan bir alandır.

Konuyu bu şekilde belirledikten sonra, konunun Türkiye'ye yansımasına
baktığımızda. Biz Doğu Anadolu'yu Türkiye'nin arka ülkesi olarak görürüz ki Osmanlı dönemine baktığımız zaman da Anadolu Osmanlının arka ülkesiydi. Bizim için, şu aşamada Doğu Anadolu arka ülke ama Amerika-İsraii ve küresel şirketler, küresel emperyalizm çerçevesinde baktığımız zaman, Doğu Anadolu'nun Batı dünyasının ön yüzü ve cephe ülkesi konumuna geldiğini görüyoruz ve tam bu aşamada, ilginçtir, depremler, zelzeleler, terör ve
Doğu Anadolu'daki yerleşik yapıyı altüst edecek birtakım gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme gelmekte ve bu süreç içerisinde de bir Türk-İran savaşı önce Irak üzerinden Şii-Sünni çatışması olarak, şimdi gene Suriye üzerinden gündeme getirilmek İstenmekte ve bu coğrafyadaki iki büyük ülke ki Amerikan-İsrail projelerine karşı direnebilecek güce sahip olan
iki büyük ülke Türkiye ve İran'ın bir büyük savaş süreci içerisinde karşı karşıya getirilerek bu coğrafyadaki mevcut devlet yapılarının çökertilmesine yönelik bir sürecin zorlandığını görüyoruz. Şimdi, bu çerçevede baktığımız zaman, son Uludere olayında da basına yansıdı, Sayın Genelkurmay Başkanımızın hatalı istihbarat raporu verildiğini söylediğini görüyoruz ama dolaylı olarak, bu hatanın farklı boyutlarda başka merkezlere yöneltildiğini görüyoruz ki
Türkiye'de küresel sermayenin güdümündeki medya burada Türkiye'nin istihbarat kuruluşunu suçlarken öbür tarafta insansız hava uçakları üzerinden tamamen NATO ve Amerika bağlantılı olarak Türkiye'nin böyle bir darjpoğaza sokulacak, sürüklenecek bir şekilde böyle bir olayla karşı karşıya kalmasına yol açan bir yanlış istihbaratın Türk Silahlı Kuvvetlerini yönlendirdiğini görüyoruz ki burada Sayın Başbakanın da açıklamaları bu durumu
doğrulamaktadır. Yani gelinen noktada öyle bir tabloyla karşı karşıyayız ki son birkaç senedir Türkiye'nin zorlandığı, küresel süreçte zorlandığı, bölgesel süreçte zorlandığı bir açılım olayı durduğu noktada, yeni bir anayasa tartışmalarının yeni bir anayasal sürece doğru zorlandığı noktada ki Parlamentoda siz bunun tamamen içerisindesiniz, bu süreci yaşıyorsunuz ama yeni anayasa sürecinin durması ve bu açılımın durması noktasında böyle bir olayın gündeme gelmesinin hemen ertesinde Habertürk Televizyonunun o akşam saatlerce bir yayını
"Açılımda ikinci dönem" şeklinde gündeme getirmesi noktasında, acaba açılımda yola devam
etmek isteyenler, açılımın durmasını aşmak isteyenler Türkiye'yi böylesine bir olaya sürüklediler ve kamuoyunda açılımda ikinci bir dönemi zorluyorlar mı, zorlamıyorlar mı tartışmasını gündeme getirmiştir.

Değerli arkadaşlar, bu çerçevede konuyu genel boyutlarda ele aldıktan sonra bir de özel boyutlarda baktığımızda, gerçekten bugün Güneydoğu Anadolu'da halkı kaçakçılığa zorlayan, Güneydoğu insanını böylesine bir süreç içerisinde terör ortamında, savaş ortamında, sınır boyunda kaçakçılık eylemlerine sürükleyen nedenler üzerinde de biraz durmak istiyorum ve maalesef, Türkiye Cumhuriyeti devletinin şimdiye kadar yapmadığı bir şeyi de burada vurgulamak istiyorum, o da Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun hâlâ Türkiye'nin arka bölgesi, arka ülkesi konumunda kalmasıdır ki Osmanlı dönemine bakarsak Osmanlının bütün yatırımlarının Balkanlara yapıldığını, Anadolu'nun ihmal edildiğini görüyoruz Abdülhamid dönemine kadar ama şimdi, benzeri bir süreç maalesef Türkiye'de de Ankara'nın batısı ve Ankara'nın doğusu gibi ülke ikiye bölündüğü noktada Doğu Anadolu'nun ihmal edildiğini ve bu coğrafyaya ciddi yatırımların yapılmadığını görüyoruz ama bu coğrafyaya Türkiye Cumhuriyeti en büyük yatırımını yapmıştır biliyorsunuz, GAP projesi ama GAP projesi Türkiye'nin öncelikli projesi değildir. Türkiye'nin öncelikli projesi Konya Ovası Projesi'dir ama Amerikan ve özellikle Türkiye'ye Amerika'nın gelmesi ve bakın, Türkiye'de uzun yıllar siyasette etkin olan bir siyasi liderin su mühendisi olması, bu coğrafyanın geleceği çerçevesinde su sorununun ana sorun olarak bölgesel çerçevede ele alındığı noktada GAP projesinin sadece Türkiye için değil ama Orta Doğu için yapıldığını ve GAP projesinin yapılmasıyla beraber de, başlamasıyla beraber de Güneydoğu'da terörün gündeme geldiğini görüyoruz.
Ben 90'lı yıllarda dokuz yıl süreyle hükümet müşavirlikleri yaptım, devletin içerisinde bulundum, devletin özellikle Avrupa Birliği, Amerika ilişkilerinde çeşitli heyetlerinde bulundum, Türkiye'yi temsil eden bürokrat kadronun içerisinde bulundum ve şunu gördüm: Gerçekten, devletin içerisinde öyle bir yapılanma var ki Doğu Anadolu'ya yatırımı engelleyen, Doğu Anadolu'ya ekonomik yatırımı engelleyen bir süreç var ki bugün işte görüyorsunuz Türkiye'nin en büyük zenginlerinin İstanbul civarında toplandığını, o yeşil Bursa Ovası ile Sakarya Ovasfnın sanayi tesislerine gömüldüğünü ve Doğu Anadolu'ya yatırım yapılmadığını. İlginçtir, Güneydoğu ve Doğu Anadolu'ya yatırım yapmayanlar bugün Kuzey Irak'a yatırım yapmaktadırlar. Bu süreç, bu çelişkiyi biz çözemediğimiz noktada yani Türkiye'nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu'suna ekonomik yatırım yapıp oradaki işsiz köylüleri işçi sınıfına dönüştürmezsek ki aynı hatayı İran Şahı da yapmıştır: Petrol gelirini sanayiye dönüştürmediği içindir ki daha sonra bir din esaslı siyasi ayaklanma ya da devrimle indirilmek durumunda kalmıştır.

Yani şunu vurgulamak istiyorum: Doğu Anadolu'ya Türkiye kendi iç
dinamikleriyle, Türkiye'de oluşan sermaye gitmediği içindir ki işsizlik yoğun bir şekilde devam etmiştir ve ilginçtir, cumhuriyet tarihi açısından bakarsak Doğu Anadolu'da toprak reformunun yapılamaması Doğu Anadolu'da feodal düzenin bugüne kadar devam etmesine yol açmıştır ki bakın, hâlâ Doğu Anadolu'dan gelen temsilcilerin feodal yapının temsilcileri olduğunu görüyoruz ve sürekli aynı aileler, aynı aşiretler o bölgeyi temsil ediyorlar ki bunun bir örneği Dersim'dir ki Dersim'deki feodal yapı biliyorsunuz devlete direnen bir yapıdır bugünkü tartışmalar açısından baktığımızda ama aynı süreci Güneydoğu Anadolu'du da görüyoruz. Devlete direnen bir yapıda oradaki feodal yapının o coğrafyada etnik ya da bölgesel yeni siyasi oluşumlar ya da devlet yapılanmalarına yönelik birtakım iş birliklerine yöneldiğini görüyoruz ki bu süreç, yani bölgenin feodal kalması, bölgeye ekonomik yatırım yapılmaması, bir de Başbakan Ecevit zamanında gündeme getirilen, o coğrafyaya devletin hâkim olması noktasında dağınık köylerin birleştirilmesi, merkez köylere yönelinmesi ki bu köy-kent projesi olarak gündeme getirildi ama bu Güneydoğu'da uygulatılmadığı içindir ki Doğu Karadeniz'de başladı köy-kent projesi fakat orada kaldı. Yani köylerin orada dağınık kalması, o bölgenin halkının sahipsiz kalmasına, feodal beylere bağlı kalmasına, feodal beylerin kişisel ve özel ilişkileri çerçevesinde o halk kitlelerinin yönlendirilmesine, İstanbul sermayesinin, büyük sermayenin Güneydoğu ve Doğu Anadolu'ya yatırım yapmaması noktasında da o coğrafyada yoksulluğun devam etmesi ve maalesef o yoksul kitlelerin içerisinden devşirilen kadroların da yoğun bir şekilde teröre yönlendirilmesinin gündeme geldiğini görüyoruz. Yani bugün eğer bir terör süreci yaşıyorsak o coğrafyaya ekonominin, yatırımın götürülmemesi nedeniyledir ki Sayın Başbakan bunun farkına vardı ve geçen sene yaptığı bir basın toplantısında, evet, GAP'a öncelik verilmiştir ama aynı şekilde Doğu Anadolu ve Konya Ovası projelerinin de gündeme geleceğini söylemiştir ama bunlar çok geçtir. GAP'tan önce yapılması gereken Konya Ovası'dır. Bakın Başkent Ankara'nın susuzluğa maruz kalmasının ana nedenlerinden birisi de, bunu ben söylemiyorum teknik uzmanlar söylüyor, Konya Ovası'nın sulanmamasıdır. Yani Türkiye sınırları içerisinde, Misakımilli sınırları içerisinde Ankara merkezli, kendi ulusal önceliklerini belirleyen bir devlet politikası uygulayamadığı içindir ki kendi ülkesini geleceğe yönelik yapıiandıramamış, tamamen bölgesel dinamiklere, Amerika'nın bu coğrafyaya gelmesiyle beraber ki bakın, bu coğrafyaya gelmeyle beraber, GAP projesinin 1950'li yıllarda gündeme geldiğini görüyoruz. Biliyorsunuz, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde İncirlik Üssü'nün kurularak İsrail'in Türkiye'den Arap ve İslam dünyasına karşı kurulduğunu görüyoruz ki Çekiç Güç de aynı şekilde uluslararası hukuka aykırı bir şekilde ki bakın, bunu bir teknik hukukçu olarak burada üzerini çizerek söylüyorum,
kayıtlara geçsin diye ve meselenin bu boyutta ele alınması gerekir, Evet, bugün İsrail varsa bu İncirlik Üssü sayesinde vardır.
Bugün ikinci bir İsrail Kuzey Irak'ta kuruluyorsa bu Çekiç Güç sayesindedir. Demek ki Türkiye bu coğrafyada diğer bölge devletlerinde de görüldüğü
gibi maalesef bir devlet olarak kendi çıkarları doğrultusunda hareket edememiş, emperyalizmin Batı'dan bu coğrafyaya yönelik bir bakış süreci içerisinde böylesine politik bir kıskaca maalesef sürüklenmiştir.
Şimdi, bu çerçevede konuya baktığımız zaman, bugün geldiğimiz noktada terör niye bitmiyor? Efendim, işte, zaman zaman Türk Silahlı Kuvvetleri çıkıyor "Biz terörü bitirdik." diyor ya da eski bir başbakan çıkıyor diyor ki "Benim dönemimde terör sıfırlanmıştı." ama terör hâlâ devam ediyor. Terörün kesilmesi için demek ki o coğrafyada feodalitenin ortadan kalkması, o coğrafyaya tıpkı batı bölgelerinde olduğu gibi ki Kayseri, Gaziantep gibi, o
bölgede yeni sanayi tesisleri, büyük merkezler ortaya çıkmalı. Benzeri bir sürecin Diyarbakır'a, Van'a ve o bölgedeki diğer kentlere taşınması noktasında bölge halkı işsizlikten, yoksulluktan kurtulacağı için feodal beylerin yönlendirmesinden kurtulacağı için bir normalizasyon süreci başlayacaktır. İşte, o normalizasyon süreci içerisinde konunun ele
alınmasıyla dışarıdan istismar edilen bir bölgesel proje doğrultusunda kullanılan terörün de etkisini kıracağını ve Güneydoğu halkının, Doğu Anadolu halkının terör örgütü tarafından yönlendirilmesinin önünün kesileceğini söyleyebiliriz ama bu yapılmadığı sürece bölge halkı teröre açıktır. Yoksulluk ve işsizlik devam ettiği sürece terör bunun doğal bir sonucudur ki
Naci Bey beni anlayacaktır bir sosyolog olarak. Bu konularda zaman zaman sizlerin de yazılarını çeşitli gazetelerde okuduğumu hatırlıyorum.
Şimdi, bu çerçevede baktığımız zaman değerli arkadaşlar, evet, demek ki terör bir neden değil ama bir sonuç ve geçmişten gelen hataların, eksik politikaların bir sonucu ve bugün önlenememesi de maalesef bu coğrafyaya bizim dışımızdaki devletler üzerinden gelmiş olan ki biliyorsunuz terör uzun süre Suriye üzerinden Türkiye'nin güneydoğusuna yönlendirildi, daha sonra Kuzey Irak üzerinden yönlendirildi, şimdi PKK'nın bir alt kolu olan
PJAK'ın devreye girmesiyle beraber İran-Türkiye ilişkilerinde de terörün sahaya taşınmaya çalışıldığını ve iki ülkenin terör üzerinden karşı karşıya getirilmeye çalışıldığını görüyoruz ki İran'ın meseleye bir başka boyutta, 1950'li yıllarda muhatap olmasını da hatırlamamız
gerekiyor.

Biliyorsunuz, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki harita iki yeni devletin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır, birisi Amerika'nın İngiltere destekli İsrail'i kurması, öbürü de Sovyetler Birliği'nin İran'da bir Kürt devleti, Mahabad Cumhuriyeti'ni kurmasıdır ama o Mahabad Cumhuriyeti uzun süreli olamamıştır, İran'ın parçalanması o dönemde gündeme gelmiştir ama İngiltere ve Amerika devreye girerek Mahatad Cumhuriyeti'ne son
vermişlerdir. Yani Sovyetler Birliği'nin kurduğu Kürt devletine İran'da son verilmiştir çünkü haritaya bakarsanız jeopolitik olarak Sovyetler Birliği'nin Basra Körfezi'ne inmesi için Mahabad Cumhuriyeîi'nin kurulması gerekiyordu. Şimdi, Kuzey Irak'ı sadece Irak'ın bölünmesi, Kürt devleti, yok efendim o bölgede ikinci İsrail olarak değil ama nasıl Sovyetler
Birliği kuzeyden güneye, sıcak denizlere inme noktasında İran üzerinden Mahabad Cumhuriyeti'ni çizdiyse Amerika-İsrail ikilisinin de bu sefer tersine yani sıcak denizlerden kuzeye, yani Orta Doğu'dan Hazar bölgesine yönelik bir süreç içerisinde Sovyetler Birliği'nin yapamadığını yani Kuzey Irak'ta bir Kürdistan'ı kurarak yavaş yavaş bunu da Ermenistan'ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarına taşıyarak çünkü Kuzey Irak'taki Kürtlerin önemli bir kesimi Amerikalılar bu bölgeye yerleştikten sonra Ermenistan'ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarına taşındığını ve böylece Sovyetlerin güneye inmede kullanamadığı o köprünün, Kürt köprüsünün bu sefer Kuzey Irak üzerinden Kafkasya'ya ve Hazar bölgesine taşınmak istendiğini görüyoruz ki işte bu noktada Türkiye'nin Güneydoğu'su ve Doğu Anadolu'su da Amerikan-İsrail ikilisinin Kafkasya'ya ve Hazar bölgesine girmesi süreci içerisinde bir
köprünün ana merkezi hâline geldiğini görüyoruz yani bölgenin ciddi boyutlarda bir ernperyal yapılanma ve bir havzaya yeniden el koyma noktasında gündeme geldiğini görüyoruz ki bu Birinci Dünya Savaşı öncesindeki tabloya da baktığımız zaman görünecektir. Burada
özellikle Fransa'nın Suriye üzerinden Hazar bölgesine yürürken Maraş olaylarının yaşandığını biliyoruz, İngiltere'nin Irak üzerinden, Mezopotamya üzerinden Kafkasya'ya yöneldiği noktada da biliyorsunuz o süreç içerisinde Rusya'da bir devrimin olduğunu ve Sovyetler Birliği yapılanması gündeme gelerek Avrupa ülkelerinin Orta Doğu'dan Kafkasya'ya girmelerinin önlendiğini görüyoruz. Bunu tekrar etmek istiyorum. Sovyetler
Birliği'ndeki Sovyet devrimiyle beraber İngiltere-Fransa ikilisinin temsil ettiği Avrupa ülkelerinin Orta Doğu üzerinden Kafkasya'ya girmesinin önü kesilmiştir, Bakû Kurultayına baktığınız zaman bölgedeki Sovyet ağırlığının Avrupa ülkelerinin Hazar bölgesine girmesine karşı bir ağırlık olarak gündeme geldiğini görüyoruz ki bugün, yüz yıl önce yapılamayan o
girişimin yani İngiltere ve Fransa'nın Hazar'a girişi önlenmiştir Sovyet devrimiyle ama bugün, Amerika ve İsrail ikilisi aynı hat üzerinden bu sefer Kürt meselesini ve Kürtleri bölgeye taşıyarak kullanmak istemektedir ve maalesef, böyle bir süreç içerisinde de Türkiye'de yaşanan etnik terör, Güneydoğu'da bir Kürdistan'a yönelen ki Kuzey Irak'ta bu başarılmıştır bir savaş sonrasında, maalesef bu çerçevede bölgeye zorlandığını görüyoruz. Yani emperyalizmin evet devletleri değişmiştir, yapısı değişmiştir ama hegemonya plan ve projeleri değişmemiştir. Orta Doğu'ya egemen olan Kafkasya'ya ve Hazar bölgesine girmektedir.

Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi de Hazar'a ve Kafkasya'ya egemen olan Orta Doğu'ya girmektedir ki Orta Doğu'daki çatışmalar, işte biliyorsunuz 1958 Bağdat'taki darbenin arkasında Sovyetler Birliği vardır, 1960 Türkiye'deki darbenin arkasında da Amerika vardır. Böylesine bir denge vardır. Bakın, bu söylediklerimin maalesef basına ve kamuoyuna böyle yansımadığını da biliyorum çünkü yayınları takip ediyorum. Tartışmaya açık şeyler söylediğimin de farkındayım ama konulara bu şekilde bakabilirsek o zaman gerçek anlamda devlet boyutuyla konulara bakabiliriz, o zaman günlük çekişmelerin ve çatışmaların üzerine çıkabiliriz. Yani Diyarbakır Milletvekili Sayın Hanımefendi oğlunu neden kaybetti? Sizi tanıyorum, olayı takip ediyorum, biliyorum. İşte, maalesef, mesele burada, bu projelerden gündeme geliyor. O bölge halkının Türk Devleti'ni düşman görmesi, yani Türkiye Cumhuriyeti devletini düşman görmesinin ben yanlış olduğunu vurgulamak istiyorum çünkü burada eğer böyle bir devlet varsa bu devletin oluşumunda verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı beraber, yani Güneydoğu halkıyla, Doğu Anadolu halkıyla batı Anadolu halkının ortak hareket etmesiyle verilmiştir ve o nedenle, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir imparatorluğun çöküşünden sonra böylesine bir büyük devlet yapılanması gündeme gelmiştir ve bu devlet yapılanması da sadece ve sadece bizim Kurtuluş Savaşı'mızla değil, yani İngiltere'nin sonunda ki bakın Sovyet devrimi Batı ülkelerinin ki burada değerli eski arkadaşımı da görüyorum... Yani Türkiye'de biz yıllarca, 68 kuşağı olarak solu ve sosyalizmi tartıştık ama bunun da dış bağlantılarını, bunun da nedenlerini görmek durumundayız. Yani 1871'de neden Paris Komünü devam edemedi, neden Marks'ın öngördüğü sosyalist devrim Almanya ve İngiltere gibi sanayi ülkelerinde olamadı da bir kırsal alanda, Rusya'da oldu ve işçi sınıfı olmadan oldu? Bunların üzerinde durmamız gerektiği kanaatindeyim çünkü hepsinin arkasında güç kavgası vardır, güç dengeleri vardır ve o güçler önce kendi ülkelerine hâkim olurlar, daha sonra kendi bölgelerine egemen olurlar, ondan sonra da emperyal hegemonya kavgasına girerler ki bugün yaşadığımız olay da tamamen bu gelişmelerin sonucudur. Bu çerçevede konuyu ele almak durumundayız.
Şimdi, bu konulara girmemin sebebi Güneydoğu halkının son aşamada, maalesef bu 35 kişinin Uludere'de kaybedilmesiyle gündeme gelen bir noktada, kaçakçılıkla terörün karşılaştırılması nedeniyledir. Evet, o coğrafyada bir kaçakçılık vardır ama bu kaçakçılık sadece ve sadece o coğrafyayla ilgili değildir. Bugün, Kıbrıs'a gidin, süper lüks villalar görürsünüz. Hepsinin sahibi kaçakçıların patronlarıdır. Kuzey Kıbrıs bir cennettir, gittiğiniz zaman görürsünüz. Evet, bu coğrafya bir kaçakçılık cennetidir ve bir ticaret yoludur, İpek Yolu'dur. Çin'den Asya'ya, Hindistan'dan Avrupa'ya, Amerika'ya yönelen İpek Yolu'nun tam ortasındayız ve bu coğrafyadaki devlet yapılanmaları da bölgedeki ticarete egemen olma noktasında gündeme gelmiştir. Ya bölgeye Türkler kuzeyden gelmişler, işte Sovyetler Birliği, kuzeyden gelmişler ya da bu bölgedeki dağılma ve çözülme noktasında bu bölgeye mutlaka başka bölgelerden gelerek müdahale edilmiştir çünkü bu bölge dünyanın merkezî coğrafyasıdır. Merkezî coğrafyada da etkinlik dünya hegemonya peşinde koşan güçler tarafından sürdürülmektedir ve bu süreç içerisinde de terör bu coğrafyada gündeme gelmiştir. Bakın, çok ilginçtir.

Orta Doğu'da terörün tarihini incelediğimiz zaman şunu görüyoruz: Roma İmparatorluğu bu coğrafyaya geldiğinde bir Yahudi devleti var. Bugün bölgede terörün kaynağı olan Yahudi devleti Roma İmparatorluğu Orta Doğu'ya egemen olurken ayakta kalabilmek için Romalılara karşı terör yaratmışlar. Yani terör tarihini incelediğiniz zaman Orta Doğu'da Roma İmparatorluğu ki bugün Amerikan imparatorluğu Orta Doğu'ya geliyor ve Yahudi devleti Amerikan imparatorluğuyla beraber bölgedeki Arap ve Müslüman çoğunluğuna karşı burada Türkleri kullanıyorlar idi, şimdi kullanamıyorlar, Sayın Başbakanın "One minute" demesi gerçekten büyük bir dönemeçtir. Bunu da burada vurgulamak istiyorum, Ben bunları böyle söylediğim için bana kızanlar var, bunun da farkındayım ama söylemeye devam edeceğiz çünkü tarihî gerçekleri görmek durumundayız. Bakın, iki bin yıl önce Romalılar bu coğrafyaya gelirken terör yapan İsrail, yani o dönemdeki Yahudi devleti, bugün bu bölgeye egemen olmak için yeniden terörü gündeme getirmektedir ki Orta Doğu tarihine baktığımız zaman bu coğrafya dışarıdan gelen, bölge dışı güçlerin bu coğrafyaya egemen olma noktasında terörün beraberinde ortaya çıktığını ve kullanıldığını söylüyoruz ki ben Türkiye'de ve Orta Doğu'da yaşanan terörün tamamen ve tamamen dışarıdan yönlendirildiğini, bölge devletlerini parçalayarak bu coğrafyada Osmanlı sonrasında İngiltere'nin kuramadığı bölgesel federasyonun bugün Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Amerika tarafından Büyük İsrail Projesi tarafından da İsrail merkezli olarak gerçekleştirilmek istendiğini artık çok net olarak görüyoruz. Yani Türkiye'yi kullanma şansı giderek azaldığı noktada, bir NATO üyesi olan Türkiye'nin NATO'yla ters düşmesi noktasında, bakın Türkiye'de silahlı kuvvetlerin yargılanma noktasına geldiğini görüyoruz.

Bırakın son dönemde yaşanan askerî süreçlerdeki çekişmeleri, aslında tarihte kalması gereken olaylar yeniden gündeme getirilerek Türkiye bir iç meseleye doğru sürüklenirken medya kışkırtmalarıyla, gene Türkiye üzerinden bölgeye yönelik hegemonya kavgası ki petrol şirketlerinin -takip ettiğim için söylüyorum- bir an önce Kafkasya'ya, bir an önce İran'a, bir an önce Hazar havzasına el konulması noktasında çok ciddi, Amerika'yı, İsrail'i ve NATO 'yu, özellikle NATO'yu zorladıkları kanaatindeyim. O nedenle Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakının bu coğrafyada küresel petrol şirketleri, enerji şirketlerinin yönlendirmesiyle acilen savaşa ihtiyaçları var. İşte, Amerika'da son zamanlarda çıkan yazılara baktığınız zaman Amerikan basınında, neden Amerika'nın bir büyük savaşa -"Majör War" diyorlar- ihtiyacı olduğunu bu şekilde vurguladığını görüyoruz.
Evet, şimdi geldiğimiz noktada Türkiye'nin giderek Amerika'yla zaman zaman karşı karşıya gelmesi, İsrail'le yollarının ayrılması, NATO içerisinde giderek Türkiye'nin bir karşıt çizgi noktasına gelmesi, hatta Türk Silahlı Kuvvetlerinin NATO'yla ihtilaf durumuna gelmesi ki bakın bunlar da Türk basınına yansımıyor ama burası Parlamentodur, gerçeklerin burada konuşulması gerektiği kanaatindeyim, beni de davet ettiğiniz için, bir bilim adamı olarak, sahip olduğum bilgi birikimimi sizinle paylaşmak için bu bilgileri, bu düşüncelerimi size aktarmak istiyorum. Demek ki böylesine bir tabloda, yani Türkiye'nin şimdiye kadar bu coğrafyada kullanıldığı bir süreç içerisinde ki Türkiye bugün ikili bir konuma sahiptir, hem bir Batı ittifakı ülkesidir ama hem de bir bölge ülkesidir. Bunu bir Amerikan diplomatına açıkça söylemiştim. Batı'nın bu coğrafyaya hegemonyasının devam etmesi noktasında, bölge ülkelerini hedef aldığı noktada, bölge ülkesi olarak Türkiye'nin bu bölgeye yönelik Batı politikalarından da zarar gördüğünü, bu nedenle Türkiye'nin ikili bir konuma sahip olduğunu, hem bölge ülkesi olarak kendini korumak durumunda kaldığını, doğal bir refleks olarak hem de ittifaklar çerçevesinde bu coğrafyada ve dünyadaki genel gelişim süreci içerisinde Türkiye'nin Batı'yla beraber hareket etmek zorunda kaldığını görüyoruz ki bu çelişki, bu ana çelişki Türkiye'nin iç siyasetine de yansımaktadır.
Şimdi, değerli arkadaşlar, evet, bu genel değerlendirmeden sonra şunu vurgulamak istiyorum: İçinde bulunduğumuz coğrafya dünyanın merkezî coğrafyasıdır ve bu jeopolitik yapı içerisinde konuya baktığımız zaman, Çin ve Amerika arasında, Batı arasında yer alan bu merkezî coğrafya eski İpek Yolu'dur, eski kaçakçılık coğrafyasıdır ve ilginçtir, bu coğrafyada Amerika'nın hâkimiyeti, yani Amerika'nın Afganistan'daki savaş giderleri, Amerika'nın Irak'taki savaş giderleri, NATO'nun Asya'daki savaş giderlerinin karşılanması
noktasında Afganistan'daki uyuşturucu ticaretinin bizzat CİA tarafından kullanıldığını görüyoruz. Şimdi, verdiğim bu bilgilerin hiçbirisi gizli bilgi değildir, hepsi basında ve çeşitli yayın organlarında yer almıştır. Evet, bugün Amerika dünyada 100'ün üzerinde askerî üsse sahiptir, 1 milyonun üzerinde ordu beslemektedir ama bu kadar büyük askerî masrafı Amerika'nın kendi ülkesinin bütçesinden değil, Afganistan üzerinden üretilen uyuşturucu trafiğinin CİA tarafından yönlendirilmesini gündeme getirmektedir ki bu terör örgütü de maalesef bunun bir parçasıdır.

Terör örgütünün uyuşturucu ve silah kaçakçılığının içerisinde olduğunu, bundan büyük bir para sağladığını, bu çerçevede Avrupa ülkelerine Afganistan'daki uyuşturucuyu taşıyarak terör örgütünün kendini finanse ettiğini görüyoruz. Demek ki bu coğrafyanın yapısından kaynaklanan ticaret yolu ve kaçakçılık ilişkisi bu coğrafyada mevcut devletleri tehdit etmekte, emperyal güçler tarafından bunlar kullanılmakta ve bu doğrultuda da çeşitli sorunlarla bölge ülkeleri karşı karşıya getirilmektedir. O zaman, eğer biz bu terörü bu coğrafyada neden önleyemiyoruz diyorsak bunun arkasında bu İpek Yolu'ndan, ticaret yolundan gelen ve kaçakçılık işlerinden kaynaklanan kontrol dışı bir mekanizma var ki televizyon dizilerine kadar varan bir süreç içerisinde, bu süreçte maalesef kaçakçılık ve bununla bağlı yeraltı ekonomisi maalesef Türkiye'de devletin içerisine girmiştir, güvenlik güçlerinin içerisine girmiştir ve bu çerçevede de maalesef devletin içerisinde devlete başkaldıracak kadar birtakım yapılanmaların ortaya çıktığını görüyoruz. Demek ki coğrafyadan ortaya çıkan bir yapı var. Afganistan sorunu çözülmediği sürece uyuşturucu ticaretinin önlenemeyeceğini, uyuşturucu ticaretinin burada uluslararası hukuka uygun bir şekilde kontrol edilemediği noktada da terörün finansmanının önlenemeyeceğini ki çok basına yansıyan olaylardan biliyoruz

Peki, şimdi, bu genel değerlendirmelerden sonra konuya nasıl bakmak gerekir? Şimdi, efendim, siz beni çağırırken görevli arkadaş bana dedi ki: "Terörün insan hakları alanında yarattığı sorunlar..." Evet, bu çok önemli, öyle görünüyor ama bir eksik bakış açısı var şu an Türkiye'de ve bu eksik bakış açısı çerçevesinde de konuyu biz eksik değerlendirmek durumunda kalıyoruz. Onun da sebebi, konu sadece insan hakları açısından değil insancıl hukuk açısından ele alınması gerektiğini burada vurgulamak istiyorum. İnsancıl hukuktan kastettiğim de savaş hukukudur çünkü normal barış ortamında terör farklı bir olaydır ama savaş ortamında terör farklı bir olaydır ve terör savaşın örtülü yüzüdür ya da ön hazırlığıdır. Bugün Türkiye'de yaşanan, otuz yıldır devam eden etnik terör, güneydoğu merkezli olarak devam eden terörün bu coğrafyada artık silahlı çatışmaya dönüştüğü içindir ki normal terör olmanın ötesinde bir savaş boyutu vardır. Yani, biz hep terör olarak konuya bakıyoruz, aslında savaş olarak bakmak durumundayız çünkü bölge devletlerinin tamamının ki bunu açıkça söylüyorlar. Condoleezza Rise 22 İslam ülkesinin sınırının değişeceğini söyledi, AB temsilcileri çok açık bir şekilde Türkiye'nin güneydoğu ve doğu sınırlarının belirsiz olduğunu söyledi. Türkiye'nin sınırlarını kabul etmediler. Amerika Birleşik Devletleri o nedenle Lozan Anlaşması'nı imzalamadı. Yani bugün müttefikimiz dediğimiz ülkeler bizim sınırlarımızı kabul etmeyen konumda oldukları noktada. Demek ki dolaylı olarak kendi planları doğrultusunda ki İngiltere 1918'de İstanbul'a girdiğinde İngiliz gemileri -15'te giremediler ama 18'de girdiler- İngilizlerin planı vardı. Bu coğrafyada Osmanlı sonrasında bir dörtlü konfederasyon projesi vardı. Balkan federasyonu, Kafkas federasyonu, Anadolu federasyonu, Orta Doğu federasyonu. Şimdi, İngilizlerin yüz yıl önce yapamadıklarını bugün Amerikalılar İsrail'i de yanlarına alarak Siyonist örgütlenmeyi de yanlarına alarak bir Atlantik ittifakı ve Siyonizm ittifakı çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Türkiye'de bu noktada hem bölge ülkesi olarak tehdit altında hem de siyasi güçler Türkiye'de bölünmüş bir süreç içerisinde. Bu çerçevede bölgeye yönelik emperyal planların maalesef bölgeyi yönlendirmeye çalıştığını görüyoruz ki eski Başbakan Sayın Ecevit'le 91-95 yılları arasında bu konulan çok tartışmıştık. Daha sonra da anlaşamadık teşhislerde ve tedavi yöntemlerinde ve ondan sonra da yollarımızın ayrıldığı noktada ben şimdiye kadar ki Sayın Başkanın da ifade ettiği gibi bir kamu hukukçusu olarak, jeopolitik ve stratejik konularıyla fazla uğraşmamın sebebi Türkiye Cumhuriyeti devletinin geçici bir devlet olarak görülmesidir. Kalıcı bir devlet olmadığını, çeşitli merkezler çok açık bir şekilde, artık yavaş yavaş dile getiriyorlar. Osmanlı sonrasında
kurulmuş olan bu devletin yanlış bir devlet olduğunu...

Ben söylemiyorum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında Sosyalist Partinin kapatılmasıyla ilgili karara baktığınız zaman Türkiye Cumhuriyetinin yanlış kurulduğu söylenmektedir. Ha, terörle bunu düzeltmeye çalışıyorlar. Terörle bunu düzeltmeye çalışmanın da ben doğru olmadığı kanaatindeyim. Bunu bir kamu hukukçusu olarak söylüyorum. Zaten bunları söylediğimiz için çok fazla hep çeşitli yerlerden dışlandık ama maalesef korktuğumuz, ürktüğümüz konu şu aşamada gündeme geldi. Çünkü Amerikan basınına baktığımız zaman nisan ayında İsrail- Amerika ikilisinin Orta Doğu'da bir büyük asker? manevrayı gerçekleştirmesi demek bu topyekûn bir savaş anlamına da gelebilir, son zamanlarda çok tartışılan üçüncü dünya savaşının başlama noktasına da gelebilir. Bunları bu şekilde ele almamız gerekiyor. O zaman güneydoğuda ve Kuzey İrak'ta yaşanan terör tamamen bu savaşın bir ön savaşıdır. O zaman güneydoğuda yaşanan terörü biz artık normal koşullarda insan hakları açısından bakamayız, savaş hukuku açısından bakmak durumundayız. Çünkü sürekli insan kaybediyoruz, sürekli silahlı çatışma var, sürekli zarar var, sürekli mağdur olma durumu var ve bu çerçevede de biz artık İnsan Hakları Sözleşmesi'nin getirdiği temel haklar çerçevesinde konuyu değerlendirme noktasında da artık maalesef değiliz. Çünkü olay onun ötesine gitti ve savaş daha da ileriye gitme noktasına geldi. Hem bir yönüyle "Vur gerilla vur." diyerek seslerin arttığını görüyoruz, öbür taraftan da bölgedeki belediyelerin bir araya gelerek bir ayrı bölgesel belediyeler birliği yapılanmasına gittiğini görüyoruz ki bu da bir devlet sorunudur. Eğer Türkiye Cumhuriyeti devleti devletse devlet olduğunu bilecek çünkü bir devlet ya vardır ya yoktur. Varsa egemenliğini kullanır, yoksa kullanamaz, o zaman başka devlet modelleri girer. Çünkü her devlet yapılanması bir siyasi güç yansımasıdır. Siyasi güçler devletleri kurarlar, oluştururlar.
Şimdi, güneydoğuda yaşanan terörü o zaman bir savaş öncesi dönem olarak görmek ve bu çerçevede terörün önlenmesi süreci içerisinde de savaş hukukunu yani doğrudan doğruya İsviçre'de, Cenevre'de imzalanan protokolleri ve anlaşmaları gündeme getirmek durumundayız. Son gelişmelere baktığımızda gerçekten güneydoğudaki terörde, Kuzey Irak'taki terör gelişmelerinde zaman zaman kimyasal silahların da, biyolojik silahların da kullanıldığını ortaya koyan gelişmeler var. Bu çerçevede, doğrudan doğruya bölgeye artık insancıl hukuk noktasında müdahale edilmesi gerekmektedir. Konuya biz sadece kendi başımıza çözüm üretme noktasında değiliz artık çünkü terör ülkesel değil bölgeseldir. Ülkesel olsa...

Buyurun Naci Bey.
BAŞKAN ~ Hocam, affedersiniz, araya girmeye çalışıyorum ama hiç es vermediğiniz için araya giremiyorum. Şunun için: Bizim 11,30'da müzakereler dâhil bunu bitirmemiz lazım. Arkadaşlar da soru sormak istiyorlar. İzin verirseniz sorularla birlikte devam edelim.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Tamam, anladım efendim, zaman sınırlı. Ben kısaca o zaman toparlayayım, müsaade edin. Beni uyardığınız iyi oldu. Keşke daha önce söyleseydiniz zamanı.
Şimdi efendim, konuya insancıl hukuku açısından bakarsak artık güneydoğu meselesini Cenevre'de imzalanmış olan protokoller 1899 ve 1907 protokolleri çerçevesinde konuyu ele almamız gerektiği kanaatindeyim. Yani barışçıl çözümün gündeme gelmesi, kara savaşlarının kurallara bağlanması, bölgedeki silah yasaklarının düzenlenmesi, çatışmalara başlamanın, çatışmaların durdurulmasının, bölgede kuvvet kullanımının, bölgede kara savaşı kurallarının uygulanması, tarafsızların hakları gibi çeşitli konulan düzenleyen 1899-1907 tarihli Cenevre sözleşmeleri ve protokolleri ki 1907'de bir de Lahey'de 13 tane sözleşme var. Demek ki konuyu artık yavaş yavaş insan haklan boyutunun ötesine giderek çünkü bölgede savaşın devam ettiği gerçeğinden hareket ettiğimiz noktada bundan hareket ederek bölgede savaş hukuku ya da savaş kavramı çok korkutucu, ürkütücü bir kavram olduğu içindir ki bütün dünyada kullanılan "humanitarian law" insancıl hukuk çerçevesinde konuya bakmak ve savaşın, bölgede devam etmekte olan savaşın kurallara bağlanması noktasında da Birleşmiş Milletlerden yardım talep etmek yani bölgeyle ilgili olarak şimdiye kadar yapılmayan bir şeyi öneriyorum: Birleşmiş Milletlerin devreye girmesi ve bölgede devam etmekte olan bir ön savaş ya da örtülü savaşın ya da düşük yoğunluklu savaşın güneydoğudaki olayla ilgili kitaplara baktığınız zaman... Mesela, Mehmet Ali Kışlalı'nın bu konuda "düşük yoğunluklu savaş" diyor, "terör" demiyor. Bakın, burada terör kavramı artık aşılmıştır. Terör kavramı geride kalmıştır. Çünkü terör belirli bir noktada istisnaidir, kural dışıdır, süreklilik arz etmez. Burada süreklilik arz eden bir durum var otuz senedir ve o süreklilik çerçevesinde bir yeni yapılanma vardır ve bölgeye yönelik bir zorlama vardır, dıştan yönlendirmeli bir zorlama vardır.

Şimdi, bu çerçevede baktığımız zaman artık doğru bir bakış açısı olarak güneydoğuya yavaş yavaş insancıl hukuk çerçevesinde konuya yaklaşmamız gerektiği kanaatindeyim. Bir de bu konuda son zamanlarda özellikle Irak Savaşı sonrasında gündeme gelen dünyada haklı savaş ve haksız savaş kavramlarının tartışmasına da girmek zorundayız. Son aylarda benim yanımda bir öğrencim bir tez yazdı haklı savaş kuramı üzerine. Eğer bu konulara bakarsanız... Mesela, John Rawls isimli küreselleşmenin öncüsü olan bir filozof açıkça "Kamusal Aklın Kullanılması" isimli kitabında ki "halkların yasası" adını veriyor burada. Burada mevcut devletlere karşı savaş öneriyor. Bakın, küreselleşmenin filozofu mevcut devletlere karşı savaş öneriyor. Bakın, altını çiziyorum. Bilgi Üniversitesi yayınlarından bu kitabın üçüncü baskısı çıktı, görebilirsiniz. Rawls'ın kitabına bakın, diyor ki: "Bundan sonra politika devlet merkezli olmayacak, ulus merkezli olmayacak, halk kavramını kullanacağız, halklar kavramını kullanacağız. Halklar kavramından hareket ederek devletlere ve uluslara yönelik bir süreci başlatıp ve burada kamusal aklı, aklımızı kullanacağız, halkların yasası çerçevesinde ve o çerçevede mevcut devlet ve yapılarını değiştireceğiz, uluslara son vereceğiz, halklardan hareket ederek dünyayı yeniden düzenleyeceğiz." diyor.
Şimdi, değerli arkadaşlar, bu bir bilim adamı. Bu resmen anarşinin ve terörün bilim adına kışkırtılması ve bunu da "halkların yasası" olarak diyerek halkların dediği yani uluslaşmamış yapıyı ki bugün güneydoğudaki terörle beraber bir halk yapılanmasının gündeme geldiğini görüyoruz ve o yapılanmayla beraber bakın bir tarafta biz silahlı eylemle uğraşırken öbür tarafta dilin anayasaya girmesini zorluyorlar ki bir dilin anayasaya girmesi yeni bir ulusun yaratılmasıdır ve bununla ilgili olarak da açıkça söylüyorlar, diyorlar ki: "Ulusal yapılanmalar çerçevesinde ya yeni bir ulus olarak ortaya çıkarsınız, bu çerçevede kurtuluş savaşı verirsiniz ya da mevcut yapılarla bağdaşırsınız başka bir yapılanmaya doğru gidersiniz." şeklinde öneriler gündeme getiriyorlar ki güneydoğu meselesine baktığımız zaman bunu çok açık olarak görüyoruz. Yani güneydoğuda hem bir terör var hem bir yerel yönetim yapılanması isteniyor hem bir dil dayatması var ki dil ulusun ana unsurudur. Anadolu'da bir Türk devleti varsa bu Türkçenin yaygınlığı nedeniyle sağlanmış bir yapılanmadır. Bunu görmek durumundayız. Eğer ikinci bir dil Anayasa'da resmileşirse bu ulus devletin ve üniter devletin sona ermesi olacaktır.
Yani güneydoğu üzerinden Türkiye'nin girmiş olduğu bir süreçte konuya baktığımızda burada bütünüyle Türkiye'deki devlet modelinin yargılandığını görüyoruz ve bu çerçevede de bir savaşla karşı karşıyayız ama bu savaşlar haklı mı haksız mı, bunu iyi değerlendirmek durumundayız ve artık yavaş yavaş Irak Savaşı'nın... Bakın, İrak Savaşı'nda Amerika girdi, bir söylentiye göre 1 milyondan fazla mağduru var, ölen insan var. Afganistan'da biliyorsunuz savaş var ve NATO yavaş yavaş Orta Doğu ve Avrasya'ya doğru yönlendiriliyor.

Bu süreç içerisinde, yaşanan süreçte emperyal saldırı NATO'nun müdahale
ettiği bir yapıda, NATO'nun artık Batı emperyalizminin, küreselleşmenin jandarmasına dönüştüğü noktada, NATO'nun güvenlik örgütü olmaktan çıkarak bir saldırı örgütü hâline dönüştüğü bir noktada açıkça NATO tartışılmakta ve NATO'nun kullanıldığı, Amerikan ordusunun girdiği savaşlar ki Afganistan-lrak savaşı, Libya'da yaşanan olaylar artık haksız savaş kavramını dünya literatürüne oturtmuştur. Avrupa'nın geride kalması, Avrupa'nın bu suç ortaklığına uzak durmasının sebebi Avrupa'nın sahip olduğu bu geçmişten gelen ki burada Avrupa'yı savunmak durumunda değilim. Ama Avrupa'nın yaklaşımının bu konularda çekingen ve uzak durmasının sebebi Amerikan emperyalizminin, İsrail Siyonizm’inin, NATO'nun ve küresel sermayenin açıktan saldırganlığa geçmesidir ki bunun sonucunda artık savaş kavramı dünyada haksız savaş olarak gündeme geliyor ve Türkiye'de de tartışmalar yavaş yavaş Irak Savaşı'nın haksızlığı noktasında, Suriye Savaşı'nın da haksızlığa doğru gittiğini ortaya koyuyor ki çok açık bir şekilde artık Türkiye'den de bu gidişe karşı çıkış söz konusu ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin de her türlü baskıya rağmen Irak Savaşı'na girmemesi, Suriye Savaşı'ndan uzak durması, İranla savaşa yanaşmaması, böyle bir noktada Hükümetle ortak hareket etmesi... Ki bakın, kamuoyunda sanki orduyla Hükümet karşı karşıyaymış gibi bir durum yaratılıyor. Ben bunun suni olduğu kanaatindeyim. Çünkü üzerinde yaşadığımız gemi tek bir gemidir, Gemi batarsa hem Hükümet hem ordu bitecektir. Ama bir ortak savaş ki bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenlik politikası İran ve Rusya'yla savaşmamak üzerine kuruludur. Devletin kurucusu Atatürk'ün güvenlik politikası çok açık bir şekilde bu coğrafyada barışın sağlanması için bölge ülkeleriyle iş birliğini, bölgesel yapılanmayı gündeme getirmektedir ki İkinci Dünya Savaşı öncesinde Mustafa Kemal Sovyetler Birliği'nin Orta Doğu'ya girmesini önlemek, Mussolini ve Hitler'in Türkiye'ye saldırmasını önlemek üzere Balkan Paktı'yla Sadabat Paktı'nı gündeme getirmiştir o zaman. Sadabat Paktı'nın maddelerine çok dikkatle bakalım. Orada sınır boyunda yaşamakta olan etnik toplulukların mevcut devletler, komşu devletler tarafından birbirlerine karşı kullanılmaması esası vardır, Sadabat Paktı'nın maddesidir bu, İran ile Türkiye altını imzalamıştır. Demek ki bugünler görülmüş. Nitekim, o etnik meseleyi önce İran yaşadı Mahabat Cumhuriyeti'yle, şimdi Irak yaşıyor, yarın Türkiye'ye yaşatmak istiyorlar bu coğrafyada.
O zaman gelinen noktada, evet, böylesine bir tablo çerçevesinde konuya baktığımızda terör devam edecektir. Terör bitmez. Terörü siz bugün "Bitirdim." dersiniz, "PKK'yı bitirdim." dersiniz ki bunu çok açık bir şekilde ifade ediyorlar. Hatta, bugün bölücü örgütün başkan yardımcısı olan Karayılan çok açık bir şekilde şunu söylemiştir; "Biz Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkamayız çünkü Türkiye güçlü bir ülkedir. Türkiye Yugoslavya gibi sonradan oluşmuş, dağınık bir ülke, zayıf bir ülke değildir, yıkamayız ama Türkiye Cumhuriyeti de bizi yok edemez." diyor. O da doğru. Çünkü bugünkü terör örgütü tek başına hareket etmiyor, arkasında çok ciddi boyutta dış destek var. İşte, bunu askerler, Kuzey Irak'ta savaşan askerler söylüyorlar. USA ve UK damgalı yardım paketlerinin Kuzey Irak dağlarındaki terörist kamplarında bulunduğunu gördüğümüz noktada demek ki bir proje çok açık bir şekilde ortadadır.
Toparlarsak efendim, terör devam edecektir. Ne zamana kadar? Efendim, bu coğrafyada hâkim güçlerin ki dünya tarihinde ortaya koyduğu noktada kurmak istediği düzen gerçekleşene kadar. İngiltere bunu başaramadı yüz yıl önce. Amerika bugün İsrail'in arkasına takılarak başarmak istemektedir. Bu çerçevede bölgedeki bütün ülkeler buna karşıdır ve bu savaş Suriye üzerinden İran'la Türkiye'yi karşı karşıya getirirse Rusya, Çin ve Hindistan üçgeninde bütün Asya'yı savaşa çekecektir. Bir doğu-batı çatışması gündemdedir. Bu çerçevede, maalesef, Kuzey Irak ve güneydoğudaki terör savaş riskini giderek artırma noktasında tırmandırılmaktadır. Türkiye bugün örgütle görüşmeye başlamıştır. Oslo görüşmeleri yeni bir başlangıç olarak kamuoyuna yansımıştır. Evet, bazen örgütle görüşmenin yararlı yönleri vardır basına yansıdığı çerçevede. İşte, Kuzey İrlanda'da bunu görüyoruz, İngiltere'nin yaklaşımında bunu görüyoruz. Ama konu maalesef bütünüyle terör örgütünün inisiyatifinde değildir. Bana kalırsa tek bir terör örgütü yoktur. Bugün tek bir PKK yoktur, tek bir Hizbullah yoktur. Bölgedeki ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları örgütlerdir. Bu örgütlerin ki bugün açıkça işte Lübnan'daki Hizbullah'ın yöneticisi çıkıp "Türkiye'deki Hizbullah'la bizim ilgimiz yoktur." diyor. Demek ki kendi başına hareket ediyor ama ikisi de Hizbullah ismini kullanıyorlar. Aynı şekilde PKK'yı da değerlendirebiliriz. Demek ki tek bir PKK yoktur. Bölgedeki ülkeler ve devletler ve emperyal güçler bu örgütleri birbirlerine karşı kullandığı sürece de bölgede barış gelemez.
O zaman sonuç olarak şuna gelmek istiyorum: Ya Birleşmiş Milletleri devreye sokacağız, bölgede savaş hukuku ilan edilecek. Bu Birleşmiş Milletler üzerinden bölgede yeni bir barış ortamının başlaması noktasında Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde, arabuluculuğunda bölge devletleri bir araya gelecek ya da Atatürk zamanında gerçekleştiği gibi Türkiye İran bir araya gelerek Suriye'yi, Irak'ı, Azerbaycan'ı ve Gürcistan'ı yanlarına alarak bir bölgesel birlik kuracaklar.

Irak'a komşu olan ülkelerin başarısının burada bizim için model olduğu kanaatindeyim. Terörün önlenmesi için mutlaka Irak, Suriye, Türkiye ve İran'ın içinde yer alacağı bir bölgesel güvenlik paktına ihtiyaç var. Bu coğrafyada daha önce CENTO denendi biliyorsunuz. O zaman Amerika ve İngiltere İsrail'i korumak için CENTO'da yer aldılar. Bugün ikinci bir CENTO'nun kurulması gerekiyor ama Amerika, İngiltere ve İsrail saldırganlığına karşı bölge ülkelerin katılımıyla.
Demek ki terör artık ülkesel değil bölgesel olduğunda bu coğrafyaya yönelik bir üçüncü dünya savaşı Batı üzerinden bölgeye zorlandığı noktada artık terörün önlenmesinde Türkiye tek başına sonuç alamaz çünkü siz sınırlarınızı tuttuğunuz zaman komşulardan hareket geliyor. Suriye çok zor durumda, devlet olarak ayakta kalamıyor. Irak parçalanmış noktada. İran üzerinde de çok büyük baskı var ve İran kendini kurtarmak için Çin'in ve Rusya'nın kucağına atladığı noktada bu üçüncü dünya savaşı demektir. O zaman bölgedeki sıcak çatışmaların önlenmesi için bir an önce komşu ülkelerin bir araya gelerek Büyük Orta Doğu Projesi'ne, Büyük İsrail Projesi'ne alternatif bir merkezî devletler birliğinin gündeme getirilmesi gerektiğini burada vurgulamak istiyorum. Bu doğrultuda benim hazırlamış olduğum beş yıl önce yayınladığım "Türkiye'nin B Planı" kitabı çok açıktır, tartışmaya sunuyorum ve sözlerimi burada bitiriyorum. Sorularınızdan hareket ederek cevap vereceğim.
Beni davet ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Zaman sınırlı olduğu için koşarak konuştum, kusura bakmayın. Tekrar özür dileyerek sözlerime son veriyorum.
BAŞKAN - Estağfurullah.
Anıl Hoca'm, çok teşekkür ediyorum.
Saat tam 11.30'a bu bölümü kapatacağım. Dolayısıyla on iki dakikamız var ve 4 kişi söz almak istiyor. Yöntem olarak arkadaşlar çok kısa bir şekilde sorularını sorsunlar. Anıl Hoca'ma söz vereyim, 11.30'da da noktalayalım, uygun mudur?
Buyurun Hocam, senden başlayalım.
MEHMET KERİM YILDIZ (Ağrı) - Hocam hoş geldiniz diyorum.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Kiminle görüşüyorum efendim?
MEHMET KERİM YILDIZ (Ağrı) - Kerim Yıldız, Ağrı Milletvekili.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Memnun oldum.
MEHMET KERİM YILDIZ (Ağrı) - Çok soru vardı ama vakit kısıtlı, sadece birkaç tane soru soracağım.
"Devlet modeli" dediniz, onunla başladınız. Bu model zorlanıyor. Eski ve yeni zıtlaşması ortadan kalktı. Yani eski devlet modeli yeni devlet modeli mi vardı? Bundan neyi kastettiniz?
İkinci olarak, demokrasi barış ortamında olur, savaş ortamında demokrasi olmaz ve terör kullanılır savaş ortamında ve sonra da şeyi söylediniz. Bu savaş hukukunun uygulanması lazım. Eğer bu bakış açısıyla bakarsak, işte bölgede bir savaş var. Savaş hukuku uygulanmalı ve demokrasiden vazgeçmemiz mi gerekiyor? Ne yapacağız? Yani bu iki kısmı birleştirdiğimizde böyle bir sonuç ortaya çıkıyor. Bölgede bir savaş var, savaş hukuku uygulayacağız ve demokrasiden vazgeçeceğiz.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Hayır, onu demedim.
MEHMET KERİM YILDIZ (Ağrı) - Soruyorum.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Efendim, hemen hemen tek tek cevap vereyim. Çok kısa, birer cümleyle...
BAŞKAN - Affedersiniz, toptan cevap verelim. Lütfen, soruları da kısa tutalım.
MEHMET KERİM YILDIZ (Ağrı) - Bu Uludere'yle ilgili yabancı istihbaratın etkisi olabilir mi?
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Olabilir çünkü Amerika Türkiye'de açılımın devam etmesini istiyor. Uludere olayından sonra "İkinci açılım dönemi" diyerek televizyonlarda gündeme getirdiler. Açılım durmuştu.
MEHMET KERİM YILDIZ (Ağrı) - Bir de feodal yapıyla ilgili söylemleriniz oldu. "Temsilciler feodal yapı." Şu anda 5-6 tane bölgeden milletvekili var. Hiçbiri feodal yapıya bağlı insanlar değil. Bu dönemlerde sıfıra yakın, onu söyleyebilirim. Şunu da söyleyeyim parantez içinde: Feodal yapıyı örgüt bitirmiştir. Tabii, bu arada kendisi de en büyük feodal yapı oluşturmuş. Örgüt feodal yapıyı yok etti ama kendisi en büyük feodal yapı şu anda.
Yahudi devleti terörü başlatan tarihte...
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN -2000 yıl önce, Romalıların geldiği sıra...
MEHMET KERİM YİLDİZ (Ağrı) - Evet, bu ilginç bir tespit ve hakikaten de bugün de Yahudi devleti Orta Doğu'da terörü alevlendiren bir yapı.
Emperyalizmin ve siyonizmin ittifakına karşı ne yapılabilir? Türkiye Batı ittifakında ama Türkiye ve diğer dünya ülkeleriyle yeni bir eksen, adaletli bir eksen oluşturabilir mi?
Evet, bu kadar. Diğer sorulardan vazgeçiyorum.
Teşekkür ediyorum.
BAŞKAN - Teşekkürler.
Buyurun.
GÜLŞEN ORHAN (Van) - Evet, ben de Hocamıza teşekkür ediyorum sunumu için.
PROF. DR, ANİL ÇEÇEN ~ Şimdi, Önce şunu söyleyeyim. Bakın, aykırı şeyler söylediğimin farkındayım çünkü bütün yayınları izliyorum.
Evet, buyurun.
GÜLŞEN ORHAN (Van) - Şimdi, Hocamız konuya... Aslında, konumuz terör ve mağduriyeti idi yani işte devlet, Türkiye Cumhuriyeti devleti içerisinde terörden zarar gören vatandaşlarımızın tamamının mağduriyeti üzerine bir yol haritamız vardı ama global ve daha kapsamlı bu olayın üzerine gitti Hocamız. Şimdi, yüz yıl evvelden beri, bana göre daha evvelinde, iki yüz, üç yüz... Tarihî süreci anlattınız. Her dönemde bu bölgede ister iç ister dış belli dinamikler, ister iç ister dış dinamikler olsun, belli projeler gerçekleştirdiler ve kuzeyden güneye, güneyden kuzeye doğru burada bu yapılanmayı kurmak istediler ve buradaki mevcut, etnik, hiç "Kürt" de demediniz yani o şeyde. Acaba, burada şu geliyor aklıma. Yani hırsız ve ev sahibi mevzusu var. Şimdi, hiç mi hırsızın suçu yok burada? Burada dış mihraklar ya da iç mihraklar yıllarca telaffuz ediliyor ve bu bölge kullanılıyor. İster kuzeyden güneye ister güneyden kuzeye ister doğudan batıya ister batıdan güneye doğru. Hiç mi burada bir yapının, cumhuriyetin, o devletin, o yapının, o sistemin suçu yok? Burada bir millet var, burada bir milyonlarca ifade edilen, dört bölgede yer alan bir kültür var, bir insan var, bir dil var, bir tarih var. Bunu yok mu sayalım? Yani bunu dış dünyanın projelerine havale mi edelim ve bunu da bir savaş hukukuna mı havale edelim? Yoksa, biraz önce kendiniz de söylediniz, dediniz ki: "Ben bürokrasinin birçok yerinde bulundum. Devletin içindeki yapı Doğu Anadolu'ya yatırımı engelliyor." Sadece ekonomik anlamda bunu yapmadı devlet. Bakın, ekonomik anlamda bunu yaptı, siyasi anlamda bunu yaptı, yasaklarla yaptı. Bu yasakların neticesinde demokratik yolların tamamını İhlal etti; ölümler, katliamlar, faili meçhul cinayetler işlendi. Bütün bunları hiç görmeyelim mi? Bütün bunları tamir etmeyelim mi?
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Öyle bir şey demedim.
GÜLŞEN ORHAN (Van) ~ Ama işte bir çözüm rica ediyorum size. O çözümden bahsetmediniz. Bütün bunların çözümü nedir? Acaba...
BAŞKAN - Gülşen Hanım, beş dakikamız var.
GÜLŞEN ORHAN (Van) - Yani benim merak ettiğim bizim içerimizde bir potansiyel
var.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN ~ Anladım, cevap vereceğim.
GÜLŞEN ORHAN (Van) - Bir tebaa değil de bir millet var. Onu bir gün önüne alalım da, biz çözelim onu.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN ~ Şimdi, efendim, bakın, dediğiniz doğru ama Türkiye'de...
BAŞKAN - Anıl Hoca'm sorulan bir alalım.
PROF. DR. ANİL ÇEÇEN - Peki.
BAŞKAN - Ertuğrul Bey ümit ederim çok kısa bir soru olur.
ERTUGRUL KÜRKÇÜ (Mersin) - Ben bir soru sormayacağım. Zaten bir değinip geçmek istiyorum. Ben doğrusu İnsan Haklan İnceleme Komisyonunun -ne diyelim- kapsama alanının ötesinde bir sunum izledik. Bu bir Türkiye, Meclisin iç güvenlik komisyonu olsaydı orada daha faydalı olurdu.
PROF. DR. ANİL ÇEÇEN - Fakat terörün nedeni...
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ (Mersin) - Uzun boylu bir tartışma yapılabilirdi. Bizim konumuz açısından benim dikkatimi çeken tek şey bunun artık iç insan hakları uygulamalarıyla değil savaş hukuku kapsamında bir önlemler çerçevesi kurulabileceği. Bunun için de Birleşmiş Milletlere bir başvuru yapılması gerektiği, bu çerçevede tabii tarafların da tayin edilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Fakat bütün sunum bize söylüyor ki taraf olarak burada, örneğin, PKK'yi değil, Amerika Birleşik Devletleri'ni, sizin sunumunuza göre, öyle almamız gerekli fakat bu da tabii muazzam bir paradoks çünkü Türkiye'nin ittifaklar sistemi içerisinde böyle bir şeye imkân yok. Kaldı ki bu harpte de, eğer bu bir harpse, ABD Türkiye'nin birinci dereceden müttefiki olarak bölgede operasyonel bir rol oynuyor.
O yüzden ben doğrusu bu sunumdan bizim hanı insan hakları meselemiz bakımından bir sonuca varamamış olduğumu söyleyip bitiriyorum.
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.
Buyurun.
ÜLKER GÜZEL (Ankara) - Teşekkür ederim Başkanım.
Ben öncelikle Hocamıza teşekkür etmek istiyorum. Kendimi üniversitede gerçekten bir hocamın karşısında uluslararası dengeler ve bu dengelerin ülkelere indirgenmiş ekonomik, sosyal ve siyasi bir durumunu inceleyecek dersi almış gibi gördüm. Teşekkür ediyorum.
PROF. DR. ANİL ÇEÇEN - Teşekkür ederim.
ÜLKER GÜZEL (Ankara) - Ve gerçekten gurur duydum. Ben de aynı görüşleri paylaşıyorum, aynı düşüncedeyim. Uluslararası açıdan dünyadaki güç dengelerinin az gelişmiş ülkelere ve hatta artık gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelere, kalkınmış ülkelere dahi bir sıkıntı çıkarabilecek, dünya düzenini altından üstüne değiştirebilecek konumlara geldiğini görüyorum.
Şimdi, burada belirttiğiniz gibi güç dengeleri daha sonra Birinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'nın tamamen ortadan çekiliyormuş gibi görünüp diğer ülkelere meydanı bırakıp İkinci Dünya Savaşı'na da hiçbir şekilde girmeyip yine arka planda kaldığını görüyoruz. Ama burada savaşın içinde olmaması bir anlam ifade etmiyor, güç dengelerinin yine yönlendirilmesini elinde tutmuş gibi düşünüyorum.
Şu birkaç hususu ifade etmeden soruma geçemeyeceğim. Hemen, Hocamız bunları çok iyi biliyor ama hatırlatma açısından söylüyorum. Amerika dünyanın Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında Milletler Cemiyetini kurarak dünya ülkelerini ekonomik ve sosyal yönden, ticari yönden, uluslararası alanda birbirine bağlamıştır. Milletler Cemiyetini kurmuş, arkadan Birleşmiş Milletler kurulmuş, Dünya Ticaret Örgütü kurulmuş, AET kurulmuş, daha sonra Avrupa Birliğine geçilmiştir. Bütün bunlar, bütün dünya ülkelerine "Demokrasi ve hürriyet veriyorum." anlamı İçinde ekonomik ve ticari ekonomik ve ticari açıdan üikelerin üretim mekanizmalarını birbirine bağımlayarak tek elden yönlendirilmesini sağlamıştır.
Şimdi, ben bundan sonra gelen diğer çalışmaları da, uzay çalışmalarına kadar gelen dönemi de aldığımız zaman sorumu sormak istiyorum: Bugün Amerika teknolojik açıdan dünyanın en üstün bir ülkesi olarak görülüyor ve uzayda da belli hedefleri gerçekleştirmiş olduğunu görüyoruz. Peki, bu kadar üstün bir güçle, dünyadaki bu kadar teknolojik üstünlüğe de uzay çalışmalarıyla erişmiş bir ülke olarak yeraltı kaynaklarına neden bu kadar bağımlı ve bütün dünya ülkelerini birbirine sokacak derecede bir çalışma yapıyor?
BAŞKAN - Çok teşekkürler.
İhsan Hocam, veciz katkınızı bekliyoruz.
İHSAN ŞENER (Ordu) - Hocam, dediniz ki: "1915'te Çanakkale geçilemedi, 1918'de geçildi." İngiltere'nin bölgede federatif bir yapı projesi vardı. Acaba bu 18'deki geçilmenin Çarlık Rusya'nın yıkılmasıyla ya da Anadolu'da kurulan genç cumhuriyetle bir ilgisi var mıdır ve Lozan'dan sonra İnönü'nün "Cumhuriyete doksan yıl kazandırdım." ifadesi 2014 yılında Türkiye'de bazı tartışmaların yeniden başlayacağının İşareti midir?
Teşekkür ederim.
BAŞKAN - Teşekkürler.
Yusuf Hocam...
YUSUF HALAÇOĞLU (Kayseri) - 1918'de daha cumhuriyet kurulmamıştı yalnız, onu belirteyim.
İHSAN ŞENER (Ordu) - "Kurulma çalışması" dedim.
YUSUF HALAÇOĞLU (Devamla) - 18'de de başlamadı, 1919'da başladı biliyorsunuz.
PROF. DR. ANİL ÇEÇEN - 1918'de Azerbaycan'da cumhuriyet var.
YUSUF HALAÇOĞLU (Devamla) - Neyse... Benim sorum çok kısa, birçok soru var ama çok kısa bir soru: Şimdi, biliyorsunuz Birinci Dünya Savaşı sonrasında, işte, o zamanın Avrupa devletleri küresel güçler olarak nitelendirdiğimiz güçler ve suni birtakım devletler kuruyorlar. Yani tarihte Irak devleti, yok Suriye devleti, yok, işte, Libya yok... Bunların hepsi devlet olarak oluşturuluyor, cetvelle çizilmiş sınırlar var. İsteselerdi bir Kürt devleti kuramazlar mıydı? Bunu özellikle açıklamanızı istiyorum.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN - Anıl Hocam, bir mucizeyle karşı karşıyasınız. Veciz ifadelerle dört dakikada ümit ediyorum toparlarsınız.
Teşekkürler.
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN - Ben Sayın Halaçoğlu'na teşekkür ederim gerçekten. Bir Kürt devletinin kurulmamasının suçlusu Türkler değildir. Çünkü bu coğrafyadaki haritayı biliyorsunuz, 1916'da Kahire'de bir İngiliz ve Fransız subayı bir araya gelerek cetvelle haritayı çizmişlerdir. İsteseler o zaman Kürdistan kurabilirlerdi, niye kurmadılar? Çünkü Kürt kartını Sovyetler Birliği sonrasına sakladılar, benim kanaatim budur. Sakladılar... Şimdi, demek ki Kürdistan'ın o dönemde kurulması... Kürt Teali Cemiyeti kurulmuştu, İngilizler destekliyordu. Neden Kuzey Irak'ta... Pekâlâ oraya da "Kürdistan" diyebilirlerdi, bu bir.
İkincisi, neden bu gün Türklere dönük bir doğum kontrolü Türkiye'de yapılırken Doğu Anadolu'da işsiz, yoksul Kürtlerin 10 tane çocuğu var ve bu neden destekleniyor? Ben bir araştırdım, sonra baktım ki Dünya Bankası fonlarından para yardımı yapılıyor. Ha, şimdi, burada bir plan var. Demek ki Kürt kozu kullanılarak bölge coğrafyası önce Osmanlı İmparatorluğu dağılarak devletler kurulmuş, orta boy devletler, şimdi daha küçük devletlere dönüşmesi noktasında Kürt kartı Irak'ı, Suriye'yi, Türkiye'yi ve İran'ı, şimdi Azerbaycan'ı da parçalamak için, beş ülkeyi parçalamak için kullanılıyor. Demek ki burada bir emperyal proje var. Burada Kürt kardeşlerimiz, Kürt asıllı kardeşlerimiz bizle beraber bir araya gelerek bunları düşünmesi gerektiği kanaatindeyim. Biz böyle Kürtleri... Yani ben kendimi Türk olarak gördüğüm noktada, bir Türk vatandaşı olarak baktığım noktada kamuoyunda çok ciddi bir yanlışlık var yani bir Türk emperyalizmi varmış gibi... Yok efendim öyle bir şey. Yani Türkiye ayakta durma noktasında giderek zorlanıyor. Bir tarafta ordumuzu kaybediyoruz, bir tarafta istihbarat örgütümüz küreselleşiyor. Çelişkileri beraberinde yaşıyoruz. Demek ki olay tamamen emperyal. Evet, bugün Türkiye'de yüz yıl önce niye Kürdistan kurulmadığı tartışılmalıdır. Neden Güneydoğu insanı işsiz ve yoksulken 10 çocuk yapmaktadır bu da tartışılmalıdır ve Kürt meselesi, Kürt kozu nasıl bölge devletlerin parçalanmasını kullanmakta bir emperyal kart olarak kullanılmaktadır bunu görelim.
Şimdi, efendim, diğer sorulara hızla geçmek istiyorum. Devlet modeliyle ilgili olarak... Evet, bugün Türkiye'de bir devlet modeli vardır. İmparatorlukların dağılma süreci içerisinde ulus devletler ön plana çıkarken Türkiye'de de bir ulus devlet modeli kurulmuştur. Şimdi, ulus devletlerden küresel emperyalizme geçilirken eyalet devletlerine geçilmek istenmektedir. O nedenle yeni bir Yugoslavya süreci Güneydoğu'dan başlayarak, işte bunu açıkça Diyarbakır Belediye Başkanı diyor ki:
"Sadece Güneydoğu'ya değii Doğu Karadeniz'e de özerklik verin." Bu şekilde Anadolu'da da bir balkanizasyon süreci gündeme getirilmek istenmektedir. Ha feodal yapıyı örgüt kurdu. Evet, doğru örgüt otuz senedir var ve ciddi para trafiğini kontrol ediyor uyuşturucu üzerinden, silah ticareti üzerinden ve Avrupa ülkelerinde de örgütlendiği noktada bu para trafiği bölgedeki feodal yapıya yansıdığı noktada artık normal bir feodaliteden söz edemeyiz. Bunu da bu çerçevede belirtmemizde yarar var.
Şimdi, gelelim, terörden mağduriyet meselesi ve tazminat konusu. Şimdi, evet, bugünkü beni davet ettiğiniz başlıkta terörden kaynaklanan insan haklan ihlalleriydi ki burada ciddi bir mağduriyetin karşılanması söz konusu. Ben de diyorum ki artık bu konuda otuz senedir terör devam ettiği için, bölgede savaş devam ettiği için, terör savaşın bir uzantısı olarak gündeme geldiği için mesele artık insan hakları sözleşmeleriyle değerlendirmenin ötesine taşmıştır. Mesele bir savaş, bir ön savaşa dönüşmüştür. Bu savaş süreci içerisinde... Şimdi, bakın 35 kişi ölüyor. Bunların tazminat hakları var, talepleri var açıkça. Bu dünya basınında da tartışılıyor. E bunu normal insan haklan sözleşmeleriyle karşılayamazsınız, bu savaş hukuku çerçevesinde ele alınır. 1949 yılında, işte, esirlerin serbest bırakılması, sivillerin çatışmalardan zararlarının önlenmesiyle ilgili Cenevre Sözleşmeleri devreye girmektedir. Cenevre Sözleşmeleri savaş hukukunun uluslararası hukuk açısından kurallara bağlanmasıdır. Cenevre Sözleşmeleri çerçevesinde ölenlerin tazminat hakkı karşılanabilir, sivil haklan karşılanabilir, mağduriyetler karşılanabilir. Artık bu noktaya gelmiştir. Evet, "savaş" sözcüğü korkutucudur, kullanmayalım "insancıl hukuk" diyelim çünkü bunu uluslararası hukukta, evet, savaş gerçeğini görerek kuralları getiriyorlar ama adına da "insancıl hukuk" diyorlar, "humanitarian law". O zaman insan hakları sözleşmelerinin ötesindeki bu durum çerçevesinde artık Cenevre Sözleşmeleriyle hareket edilmesi gerektiği kanaatindeyim çünkü 35 kişinin aynı anda ölmesi savaş demektir, terörün ötesine çıkmıştır.
Şimdi, gelelim Değerli Hanımefendi'nin "Orada bir millet var." sözü. Evet, bence bir oluşum var ve bu oluşum çerçevesindeki uluslararası hukuka bakarsanız, insancıl hukuk açısından da bakarsanız ulus devletlerin kurulması ve uluslaşma sürecinde bir ulusun kendini kabul ettirme noktasında normal koşullar yetersiz kaldığında teröre başvurduğunu görüyoruz ve teröre başvurduktan sonra terörü medyaya taşıdığını, medya üzerinden toplum üzerine baskı yaptığını görüyoruz. Bunları artık ben söylemiyorum, kitaplarda yazıyor ve üniversitelerde bu konularda çalışmalar yapılıyor.

Demek ki: Evet, yeni bir devletin oluşumu noktasında bir uluslaşma süreci kamuoyunda yerleştirilmek istendiği noktada terör bizzat araç olarak kullanılmaktadır. Bugün de Doğu Anadolu'da bölgede bir yeni ulus devlet kurulurken... Ki bakın bir çelişkiyi yaşıyoruz, hem ulus devletler bitti diye ulus devletten vazgeçiyoruz hem de yeni bir ulus devlete zorlanıyoruz. Bu çelişki ancak emperyal ilişkilerle açıklanabilir, normal koşullarda açıklanamaz. O zaman bu çerçevede, evet, bir milletieşme süreci var, bu doğal karşılanabilir uluslararası hukuk açısından ama bu milletieşme sürecinin ki dış desteğe sahip bölge devletlerine kabul ettirilmesi noktasında da terörün açıkça bir siyasal silah olarak kullanıldığını da artık kabul edelim. Yani burada mesele sadece insan haklan değil, bunun arkasında bir büyük siyasi proje ve bu çerçevede de terör gündeme geldiğini görüyoruz.
Evet, Ertuğrul Arkadaşımızın meseleyi bu boyutta ele alınmaması gerektiğini vurgulamasını ben şaşkınlıkla karşıladım çünkü, evet, güvenlik boyutu üzerinde durduk fakat güvenlik boyutu olmadan hak ve özgürlükler gündeme getirilemez. Biz üniversitelerde kamu hukuku eğitimini yaparken -bakın, sözlerimin başında söyledim- bir yönüyle devleti, otoriteyi ki beraberinde güvenliği çünkü yaşama hakkı gibi en kutsal hakkın gerçekleşebilmesi için asgari güvenlik ortamına ihtiyaç var. Asgari güvenlik yoksa yaşama hakkı devre dışı kaldığı noktada hiçbir hak ve özgürlükten söz edilemez. O zaman meseleyi sadece güvenlik boyutuyla değil hak ve özgürlükler boyutunda ele aldığımız noktada bu çerçevede değerlendirebiliriz. Gene şeyi de gerçekten şaşkınlıkla değerlendirdim: Yani insan hakları konusunda, işte, Amerika'yla biz müttefikiz. Burada Amerika'yla Türkiye karşı karşıya taraf olamaz şeklindeki bir değerlendirmeyi de burada şaşkınlıkla dinlediğimi vurgulamak isterim. Çünkü, evet, Amerika'yla müttefikiz, Batı'yla müttefikiz ama aynı zamanda bölge ülkesiyiz. Bu ikili durumda nedeniyle ortaya çıkan çelişkiyi de görmek durumundayız. Bu şimdiye kadar gizlendi. Sayın Başbakanın İsrail'e "Bir dakika" demesine kadar Türkiye'de bütün resmi organlar ve Türkiye'nin önde gelen hâkim medyası bunu görmezden geliyordu ama gerçek ortada, Türkiye aynı zamanda bölge ülkesidir. Batı'nın yanlış politikaları bütün bölge ülkeleriyle beraber Türkiye'yi de tehdit etmektedir. Türkiye "Batı'yla müttefikim." diyerek kendine yönelik tehditleri görmezden artık gelemez, bitme noktasındadır.
Son olarak şunu vurgulamak istiyorum: Sayın Hanımefendi, Ankara Milletvekili galiba, Amerika'nın uzayda güçlü olduğunu söyledi. Doğrudur. Bugün binlerce sayfalık iddianameler biliyorsunuz uydu teknolojisiyle, elektronik haberleşme kontrol edilerek, hem telefonlar hem bilgisayarlar kontrol edilerek hazırlanmaktadır. Bugün Amerika'nın dünyada bir uzay hâkimiyeti vardır ve bu maalesef kullanılmaktadır.

Ha şimdi yer altı kaynaklarıyla ilgili olarak, evet, dünyayı uzaydan yönettikleri gibi bütün yer altı kaynaklarının nerede olduğunu da biliyorlar ve bunlardan vazgeçebilecek teknolojiye de sahipler. Mesela petrolü kaldırıp suya dayalı bir enerji sistemini bütün dünyada geçerli kılabilecek teknolojiye sahipler. Fakat o zaman üstünlüklerini kullanabilecekleri bir stratejik madde olmadığı içindir ki petrolü sonuna kadar kullanıp ve petrol üzerinden dünya hâkimiyetini, stratejik maddeyi kullanarak dünya hâkimiyetini ekonomi üzerinden ellerine geçirme stratejisini izliyorlar. Bu çerçevede de maalesef bütün petrol ve enerji kaynaklarının bulunduğu ülkeler, bölgeler hedef olmaktadır ki Türkiye de bunun içerisindedir. Türkiye de aynı zamanda bir petrol ülkesidir. Türkiye'de petrolün çıkması engellenmiştir. Bunun detayları çok fazladır ama önümüzdeki dönemde "secondary zone" denen dağlık bölgede petrol çıkarılmasıyla beraber, işte, Kuzey Irak üzerinden Türkiye de gündeme gelecektir. O zaman, işte, bizi ciddi boyutlarda tehdit eden bu terörün, etnik terörün bu coğrafyada yeni bir devlet haritasını gündeme getirip bölge ülkelerine dayattığını ve bölgedeki kaynaklan emperyalizmin eline vermeye yöneldiğini söyleyebiliriz ki Libya'da yaşanan olaylar tamamen bunun açık örneğidir.
Efendim, son olarak şunu vurgulamak istiyorum: Evet, biraz genel bir değerlendirmeyle konuya baktım ama özele girdiğimiz zaman yani bugün Uludere'de yaşanan olayları tek tek ele aldığımız zaman benim burada Cenevre Sözleşmelerimden hareket ederek tek tek o sözleşmelerin detaylarına girerek değerlendirme yapmam gerekiyordu fakat ana konu terör olduğu içindir ki ve terörün arkasındaki mesele de bütünüyle siyasa! plan ve projeler olduğu içindir ki böylesine bir genel değerlendirme yapmayı zorunlu gördüm ve meseleyi sadece hak ve özgürlük olarak değil ama aynı zamanda güvenlik olarak ele almanın en kutsal hak olan yaşam hakkının güvencede bulunması açısından da bunu vurgulamak için değerlendirmelerimi bu doğrultuda yaptım.
Evet, bana fırsat verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Zaman sınırlı olduğu için ve sorularınıza da daha fazla yanıt veremediğim için üzgünüm ama vakti olursa ve daha sonra eğer tekrar fırsat olursa bu konuları konuşmaya devam edebileceğimizi ve bu doğrultuda bakın basına yansımayan boyutlarını, meselenin göz ardı edilen, görülmek istenmeyen boyutlarını burada, Parlamentoda ilgili komisyonun önünde dile getirdim. Umarım sizlerin gelecekteki çalışmaları da bu doğrultuda olur. Yani kamuoyunda çok ciddi boyutta bilgi eksikliği var, yanlış yönlendirme var, psikolojik savaşın medya üzerinden kamuoyuna taşınması var ve maalesef terörün medyayı kullanması süreci içerisinde de bir çözümsüzlükle Türkiye'nin karşı karşıya kalmış gibi bir görüntüsü var. Bunların aşılabilmesi
için daha farklı bir yaklaşım gerekiyor. Evet, insan hakları, evet sonuna kadar savunuruz ama yetersiz kaldığı bir noktadayız. Çünkü savaş ortamına sürüklenmiş bir aşamadayız. O zaman savaş hukukunu insancıl hukuk olarak gündeme getirmek ve uluslararası sözleşmeler çerçevesinde Birleşmiş Milletleri devreye sokarak, bölge ülkeleriyle İş birliği yaparak, dayanışma içerisine girerek belki CENTO gibi bir bölgesel güvenlik örgütünü emperyal güçlere karşı bölge devletlerini bir araya getirerek yeni bir CENTO'yla çözebileceğimiz kanaatindeyim. Irak'a komşu ülkeler ittifakı bir bölgesel ittifakın başarılı olabileceğini göstermiştir. O zaman bu doğrultuda bir yeni yapılanmanın ben çözüm olacağı kanaatindeyim.
Teşekkür ediyorum.
BAŞKAN - Çok teşekkür ediyorum Anıl Hocam katkılarınız için. Huntington o meşhur tartışmalı "Medeniyetler Çatışması" tezini ortaya attığında buna itiraz ortaya koyan, eleştirenlere şöyle demişti: "Sizin daha iyi bir senaryonuz varsa onu söyleyin." Dolayısıyla bu tür genel değerlendirmelere dünyada yaşanan çatışmalara ilişkin bu senaryolara yönelik itirazların alternatif senaryolar gerektirdiği hususunu ifade ediyorum. Tekrar Anıl Hocama çok teşekkür ediyorum.
Oturumumuzun ikinci bölümünde kendisi Konya Selçuk'ta psikiyatri profesörü Erol Göka komisyonumuzun çalışmalarıyla ilgili bilgi verecek.

18 Ağustos 2018 Cumartesi

MURAT ÇALIK KARALAMA DEFTERİ "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" -TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI "

Murat Çalık Karalama Defteri
TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Turancılık denince, insanın aklına on dokuzuncu yüzyılın sonları ya da yirminci yüzyılın başları gelmekte ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, doğu imparatorluklarının çöküşe geçtiği bir aşamada merkezi coğrafyanın yönlendirilmesi çabaları öne çıkmaktadır.
On beşinci yüzyıl sonrasında batı Avrupa merkezli bir sömürgecilik bütün dünyaya yayılmış ve batı ülkeleri yeryüzünün bütün kıtalarını sömürmeye başladığı aşamada, dünyanın doğu bölgesinde üç ayrı imparatorluk bu duruma karşı denge sağlamaya çalışmıştır.
Beşinci yüzyılda kurulan Rus prensliği kuzey bölgelerinde bir büyük doğu imparatorluğu olarak harita üzerinde yayılırken, on üçüncü yüzyılda kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu merkezi coğrafyanın egemeni oluyordu. Daha sonraki aşamada ise Osmanlı Devleti, Asya ve Afrika topraklarında ticaret yolları üzerinden yayılırken, Osmanlının geri çekildiği Doğu Avrupa ve Balkan yarımadası üzerinde, üçüncü bir doğu devleti olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruluyordu. Batılılar, doğuyu Viyana’dan ötesini doğu olarak tanımlarken, her üç imparatorluğu doğu devletleri olarak görüyorlardı.
Yirminci yüzyılın başlarına kadar devam edip gelen bu süreç içerisinde, üzerinde doğu imparatorluklarının yer aldığı dünyanın merkezi coğrafyası üzerinde hiç kimse geleceğe dönük bir arayış içerisine girmiyor, dünya tarihini belirleyen olaylar bir anlamda batının sömürgeci devletleri ile, doğu bölgesinin üç imparatorluğu arasındaki çekişmeler zincirinde belirleniyordu. Birinci Dünya Savaşına kadar devam edip gelen bu durum, bütün dünya savaşa doğru sürüklenirken savaş öncesi çekişmeler ile bozulmaya başladığı için, geleceğe dönük yeni arayışlar evrensel düzeyde siyasetin gündemine gelip oturuyordu.
Avrupa merkezli dünyanın beş yüz yıllık hegemonya tarihinde gündeme gelmeyen, merkezi coğrafya arayışları, Birinci Dünya Savaşına doğru giderken ortaya çıkıyordu. Asya ve Avrupa kıtalarının kuzey bölgelerini kapsayan büyük bir hegemonya alanına sahip olan Rus Çarlığı batılı ülkeler tarafından baskı altına alınamayınca, bu büyük gücü arkadan vurmak üzere Japon İmparatorluğu kışkırtılıyor ve ABD destekli Japon ordusu Asya’nın doğu kıyılarından kıtanın içerisine girerek, Rus Devletini arkadan vuruyordu.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, batılı güçlerin yenemediği Rus Ordusunu bir doğulu güç olarak Japon imparatorluğu ABD’nin arkadan sağladığı destekler ile askeri yönden yeniyor ve böylece merkezi coğrafyanın kuzey bölgesinde yer alan büyük devlet yapılanması çöküyordu.
Ruslar Avrupa toprağı olan Kiev’de ilk devletlerini kurmalarına rağmen, kuzey bölgesinde Asya’ya doğru yayılmışlar, Hazar göçleri sonrasında bu alanda kurulmuş olan Altın Orda imparatorluğunun dağılması üzerine de, geride kalan hanlıkları ele geçirerek, tam anlamıyla bir Asya devleti haline gelmişlerdir. Hazar uzantısı Türk boylarının dağılması, bir kısmının Avrupa’ya, diğer kısmının da Kafkasya üzerinden Orta Doğu bölgelerine göç etmesi üzerine, Ruslar eski Türk toprakları üzerinde yayılma şansı elde ederek bunu kullanmışlardır.
Batılı devletler Rusya’yı Avrupa kıtasından uzak tutmak için çaba göstermişler, Ruslar Avrupa’ya saldırma noktasına gelince Osmanlıları kışkırtarak Rusların üzerine sürmüşlerdir. Roma İmparatorluğu sonrasında, bir büyük Slav gücü olarak Rus devleti öne çıkarken, dünyanın diğer güçleri bunu önlemek ve Rusların önünü kesmek üzere çeşitli komplo ve senaryolar ile öne çıkmaya ve Rusya’nın hegemonya alanını daraltmaya çaba göstermişlerdir. Avrupa’dan kovulan Rusya Asya topraklarında güçlenince, bu kez de ABD destekli bir Japon saldırısı Asya üzerinden desteklenerek, Rus Çarlığı yıkılmaya çalışılmıştır.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru zayıflayan Rus çarlığı, Yirminci yüzyılın ilk yıllarında doğudan gelen Japon saldırısına direnemeyince, Rus Çarlığı yıkılma noktasına gelmiş ve bu büyük ülke Sovyet Devrimine kadar sürecek olan uzunca bir karışıklık dönemine girmiştir.
Merkeze bağlı bulunan büyük toprakları eskisi gibi kontrol etme gücünü elinden kaçıran, Rus Çarlığı Japon Ordusuna da yenilince, Rus milletine dayanan egemenlik düzeni yıkılmış ve bu aşamadan sonra devrimlere yönelen girişimler, Rusya’yı kurtarmaya çalışmış ama bir türlü bu doğrultuda istenen başarılar elde edilemeyince, Rus milliyetçiliği geniş alanları kendi kontrolu altında tutabilmek üzere yeni arayışlar içerisine girmiştir. Dar kapsamlı bir milliyetçilik ile Rusya’nın eski imparatorluk topraklarını merkezi bir düzene bağlayamayacağı anlaşılınca, bunun üzerine Rus milletinin ana unsuru olarak öne çıktığı Slav topluluklarının birlikteliği savunulmaya başlanmıştır.
Yirminci yüzyıla girerken, Rus milliyetçiliğinin yerini Panslavizm’in alması ile yeni bir dönem başlamış ve, Moskova merkezli Rus hegemonyasının gene eskisi gibi imparatorluk toprakları üzerinde devam edebilmesi için, bütün Slav toplumlarını ortak bir çatı altında toplayacak bir Panslavizm akımı, Rus milliyetçiliğinin yeni yüzü olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Rus milliyetçiliğinin duygusallığı, Slav topluluklarının yaşadığı geniş topraklar üzerinde daha gerçekçi bir politika olarak Panslavizmin ortaya çıkışı ile birlikte aşılmaya çalışılmıştır.
Doğu imparatorluklarının batılı emperyalistler karşısında güç kaybederek çöküşe geçmesi üzerine, bu büyük devletlerin harita üzerinde işgal etmiş olduğu geniş alanların geleceği tartışılmaya başlanmıştır. Avrupa merkezli dünyada batı bölgelerinde modern anlamda devlet yapılanmaları ortaya çıkmasına rağmen, doğu bölgelerinde batıda olduğu gibi çeşitli toplulukların devletleşme olgusu görülememiştir.
Nitekim bu yüzden, Birinci Dünya Savaşı sonrasında doğu bölgelerinin geleceği ile ilgili olarak Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir kongre toplanırken, bunun adına "Doğu Halkları Kurultayı" denilmiştir. Merkezi coğrafyanın ötesinde ciddi devlet yapılanmaları bulunmadığı için, bütün Asya kıtasının geleceği ile ilgili düzenlenen uluslararası kongre de, doğu bölgelerinde yaşayan halklar esas alınmış ve bunlar üzerinden doğu bölgelerinde yeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya yeni bir düzen verilirken, doğu bölgesinin imparatorlukları geride kalmış ve bu bölgede yaşayan halklar esas alınarak, eskisinden farklı bir gelecek oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda Panslavizm ile gelecek arayışının yeterli olamadığı bir aşamada, dünya güçleri Sovyet Devrimini destekleyerek, Panslavizm yerine Pansovyetizmi getirerek, Sovyet Devrimi sonrasında dünyanın merkezi alanı ile doğu bölgelerine yönelik bir ideolojik siyasal yapılanma yaymaya çalışmışlardır.
Panslavizm Slav kökenli bütün halkları Rus İmparatorluğu sonrasında daha geniş bir Rus milliyetçiliğinin çıkarları doğrultusunda bir araya getirmeye çalışırken, bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak batı dünyasında bazı yeni arayışlar da gündeme gelmiştir.
Yıkılmakta olan Rus hegemonyasının sonrası için Ruslar Panslavizm ile yeni yapılanmayı devreye sokmak isterlerken, doğu imparatorluklarının üzerinde yer aldığı merkezi coğrafya alanında yeni Rus hegemonya planlarına karşı alternatif arayışlar da öne çıkmıştır.
Rus imparatorluğu yıkılırken, bu ülkenin sınırları içerisinde yer alan Türk ve Müslüman toplulukların, gelişmiş batılı ülkeler düzeyine gelebilmek üzere yeni arayışlar içine girdiği görülmüştür. Rusya’nın Müslüman toplumlarını bir çatı altında toplamak isteyen Panislamizm akımı ile gene bu doğrultuda bütün Türk topluluklarını bir büyük Türk imparatorluğu çatısı altında toplamak isteyen yeni bir tür Türkçülük Pantürkizm olarak öne çıkmıştır.
1905 yılındaki Japon yenilgisi üzerine Rusya karışmış ve 1917 Sovyet Devrimine kadar karışıklık dönemi devam ederken, Panslavizm girişimlerine karşı, hem Panislamizm hem de Pantürkizm akımları yeni alternatif arayışlar olarak tartışma gündemine getirilmiştir.
Dünyanın en büyük kıtasına egemen olabilme doğrultusunda en geniş devlet yapılanması arayışları pancılık akımlarını da öne çıkarmış, milliyetçiliğin yetersiz kaldığı aşamalarda ortak etnik kökenden gelen, ya da aynı sosyolojik ya da kültürel özellikleri taşıyan toplumlara daha büyük devletler olarak toparlayabilmenin çabaları siyasal gündemde belirleyici olmaya başlamıştır. Milliyetçilik akımlarının böldüğü, büyük imparatorluk alanlarında daha küçük milli devletlerin kurulmaya başlandığı bir aşamada pancılık akımları, birleştirici ve uzlaştırıcı girişimler olarak, daha geniş siyasal yapılanmaların öncüsü olmuştur.
Büyük doğu imparatorlukları çökerken, daralan sınırları eski genişliğinde tutabilmek üzere milliyetçiliğin yetersiz kaldığı bir aşamada ortak özellikler, etnik kökenler, din ve kültürel yapıların eskisi gibi daha geniş imparatorluk coğrafyasında birlikte var olabilmesi için, pancılık akımları alternatif olarak devreye sokulmuştur.
Rusların, Orta ve Ön Asya bölgelerinin birlikteliği için düşünmüş olduğu Panslavizme karşı, ikinci alternatif pancılık akımı, Rusya’nın bu doğrultudaki genişleme arayışlarına karşı Pangermenizm olarak ortaya atılmıştır. Roma İmparatorluğunun dağılmasından sonra bin yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde dağınık bir biçimde yaşayan Germen kavimleri sürekli olarak birbirleriyle çarpışmışlar ve bu yüzden bir araya gelerek İngiltere ve Fransa gibi ulusal birliklerini tamamlayamamışlardır. Batı Avrupa’nın millileşen ulus devletleri sömürge savaşlarına çıkarak yeryüzü karalarında rekabete geçerken, Germen kavimleri sürekli savaşarak birbirlerini kırıyordu. Aynı doğrultuda, İtalya’daki şehir devletleri de bir büyük çekişmeye Akdeniz hegemonyası doğrultusunda girdikleri için, İtalyan ve Alman ulusal birliklerinin tamamlanması gecikiyordu. Paris’te 1871 yılında bir komünist yönetim kurulmasına üzerine, Avrupa burjuvazisi çeşitli önlemler alıyor ve aynı yıl içinde Pangermenizim akımının sonucu olarak Alman siyasal birliği oluşturuluyordu. Böylece, Avrupa’nın doğusunda başlatılmış olan Panslavizm arayışlarına karşı en somut cevabı, Almanlar Pangermenizm akımı ile vererek, Alman milliyetçiliği doğrultusunda doğu Avrupa’da yer alan bütün Germen kavimlerinin ortak bir çatı altında tek bir devlet olarak bir araya gelmesi için girişimlerde bulunuyorlardı.
Alman devleti Pangermenizm ile kendi siyasal birliğini sağladıktan sonra, diğer Germen asıllı kavimleri de kendi yanına çekebilmenin arayışı içine giriyordu. İşte bu aşamada Birinci dünya savaşına giden yolda bir Panslavizm ve Pangermenizm çekişmesi, dünyanın siyasal gündeminin belirlenmesinde etkin bir unsur konumuna geliyordu.
Alman birliğini sağlayan Germenler, batı Avrupa kapılarının kapalı olması nedeniyle kıtanın doğusuna doğru yöneliyorlardı. Orta Avrupa’da kurulmuş olan büyük devlet olarak Almanya dünya siyaset sahnesine ağırlığını koyarken, bir milli politika olarak Ostpolitik denilen doğu siyasetini uygulama alanına getiriyordu.
Merkezi Avrupa’da kurulan Alman devleti, Pengermenizm akımı ile çevredeki bütün Germen devletçiklerini tek çatı altında topladıktan sonra, doğuya doğru açılımı ulusal bir dış politika olarak gündeme getiriyordu. Almanya bütün çabalarına rağmen Hollanda, Avusturya ve Danimarka gibi Germen asıllı batı devletlerini çatısı altında birleştiremiyordu. İngiltere, Fransa ve Amerika üçlüsü Atlantik güçleri olarak Merkezi Avrupa gücü olarak Almanya’nın Pengermenizm akımı yolundan iyice güçlenmesini istemiyorlardı. Almanya Pangermenizm akımı üzerinden ulusal birliğini sağladıktan sonra, Atlantik güçlerinin dünyanın merkezi coğrafyasında etkin bir konuma gelmesini önlemek üzere ikinci bir pancılık akımının öncüsü oluyor ve Müslüman toplulukların yaşadığı topraklar üzerinde Almanya merkezli bir Panislamizm akımını örgütlüyordu.
Alman devleti Pangermenizm ile Avrupa kıtası üzerinde güçlü yapısını oluşturduktan sonra, doğuya açılarak genişleme ve batılı emperyalistler ile rekabet etme aşamasında Panislamizmi ikinci bir siyasal akım olarak kendi öncülüğünde İslam coğrafyasına dönük bir biçimde devreye sokuyordu. Osmanlı ve İran imparatorluklarının sınırları içerisinde yaşayan Müslüman ahaliyi bir araya getirme doğrultusunda Alman ajanları, Alman imparatorunun sünnet olarak, İslam dinini kabul ettiği yalanını, Orta Doğu ve Avrasya coğrafyasında yaşamını sürdürmekte olan tüm Müslüman toplumları etkilemek üzere empoze etmeye çalışıyordu.
Alman emperyalizmi, Panislamizm akımını Doğu Avrupa’dan başlayarak doğuya doğru örgütlemeyi ve İslam toplumları üzerinden bütün Orta Doğu ve Orta Asyayı, bu siyasal akımı kullanarak kendisine bağlamak ve böylece Osmanlı İmparatorluğu ile İran Şahlığını haritadan silmeyi hedefliyordu.
Müslüman olduğu söylenen bir Alman imparatorunun etrafında Panislamizm kullanılarak tüm İslam toplumları bir araya getirilmeye çalışılıyordu. Bir anlamda Alman devletinin dünya hegemonyası, Avrasya kıtasının ele geçirilmesine ve bu doğrultuda İslam dininin aracı olarak kullanılmasına dayanıyordu. Böylece, doğu imparatorlukları çökerken, batılı emperyal güçlerin tam merkezi alana girişi aşamasında, ikinci bir pancılık akımı Panislamizm olarak devreye giriyordu.
Germen asıllı kavimlerin hemen hepsinin Avrupa kıtasında yerleşik olması nedeniyle Pangermenizmin Orta Doğu ya da Orta Asya’da geçerlilik kazanması mümkün değildi. Bu yüzden Alman hegemonya düzenini doğuya açılarak bütün Asya kıtası üzerinde geçerli kılabilmenin yolu olarak, Panislamizm, Pangermenizmin tamamlayıcısı olarak Müslüman olduğu söylenen Alman İmparatoru öncülüğünde kullanılmaya çalışılıyordu. Böylesine büyük bir yalana sığınarak Alman ajanları Avrasya coğrafyası üzerinde Ruslara karşı mücadele ederken, Panislamizm sayesinde bütün Müslüman toplumları arkalarına almaya çalışıyorlardı. Böylece, Pangermenizm akımı ile dünya sahnesine çıkmış olan Alman ulus devleti, Panislamizmi kullanarak Müslüman coğrafyası üzerinden merkezi alan imparatorluğu oluşturmaya çaba gösteriyordu.
Almanlar iki pancılık akımı sayesinde hem varlıklarını ortaya koyuyorlar, hem de genişleyerek emperyalizm mücadelesindeki yerlerini almaya çalışıyorlardı. Doğu İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan geniş toprakların hegemonyasında, Panslavizm ile beraber Panislamizm ve Pangermenizim yarışı, tarihsel konjonktürün gündeme getirdiği bir doğrultuda uygulama alanına geliyordu.
Doğu Avrupa’nın Germen ve Slav topluluklarını kendi hegemonyası altına alma doğrultusunda Rus ve Alman devletleri birbirleriyle yarışırken, bu coğrafya da geçmişten gelen bir yaşam süreci içinde yaşayan Türk ve Müslüman asıllı topluluklar, ister istemez Alman ve Rus emperyalizmleri arasında sıkışıp kalıyorlardı.
Bu aşamada bir Orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Alman İmparatorluğu ile Avrasya bölgesi arasında kalıyor ve Ruslar ile Almanlar arasında başlatılmış olan Doğu hegemonyası kavgasında giderek doğu Avrupa koridoruna sıkışıp kalıyordu. Bir orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Hazar bölgesinden gelen göçler sonrasında onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında, büyük bir imparatorluk yapısında dünya tarihi içindeki yerini alıyordu. Adriyatik denizi ile Baltık denizi arasında yayılan bir doğu Avrupa krallığını onuncu yüzyılda kurmuş olan Macarlar, daha sonraki gelişmeler çerçevesinde bu hegemonyalarını koruyamamışlardır. Avrupa’daki toplumsal olaylar ve sürekli savaşlar yüzünden Tuna kıyısındaki krallıklarını Macarlar uzun süreli olarak koruyamamışlardır. Macar krallığı zayıflayarak geri çekilme noktasına gelince, Osmanlı İmparatorluğu bu devleti işgal ederek iki yüzyıla yakın bir süre sınırları içerisinde yönetmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun geri çekilme aşamasına geldiği noktada da Balkanlar’daki otorite boşluğunu Avusturya İmparatorluğu doldurmaya başladığı aşamada ise, Macarların resmi katılımı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulmuştur.
Osmanlı ve Rus imparatorluklarından sonra üçüncü bir doğu imparatorluğu olarak ortaya çıkan bu ortak devlet, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde zayıflamış ve giderek Almanya –Rusya rekabetinin çekişme alanı konumuna düşürülmüştür. Avusturyalıların Germen asıllı olmaları nedeniyle, Pengermenizm çatısı altında yer almaya doğru bir hazırlık Avusturyalılar içinde gelişmeye başlayınca, İmparatorluğun diğer yarısını temsil eden Macar devleti ve Macar toplumu da kendilerine yeni bir gelecek arama noktasına gelmişlerdir.
Hazar İmparatorluğunun son dönemlerinde ilk Macar Devletini sekizinci asırda Hazar gölünün kuzeyinde kurmuş olan Macarlar, daha sonraki aşamada göçler yolu ile orta Avrupa’ya gelerek önce bir krallık sonra da imparatorluk kurmuşlar ama daha sonraki aşamalarda Avrupa’nın ortasına sıkışıp kalarak, diğer büyük devlet oluşumlarının baskısı altında kalmışlardır. Almanlar ile Ruslar arasına sıkışıp kalan Macarlar, kendilerine eskiden olduğu gibi imparatorluk dönemindeki gibi geniş alanlarda özgürlük ve hegemonya aramaya çalışmışlar ama Alman, Rus ve Osmanlı hegemonyalarının baskısı altında kalarak bir türlü, Ruslar ve Almanlar gibi büyük bir siyasal gücü, yeni bir devletleşme oluşumu ile sağlayamamışlardır. Almanlar Pangermenizm ile doğuya doğru açılırken, Macaristan’ı ezerek geçmeyi düşünmüşler, Ruslar ise kendi hegemonyalarını Avrupa ortalarına taşımak istedikleri aşamada Tuna Nehri kıyılarına gelerek Macarların ülkesini işgal etmişlerdir.
Avrupa içi çekişmelerde, Orta ve Doğu Avrupa güçleri arasında sıkışıp kalan Macarlar, bu sıkışıklıktan kurtulabilmek, Panslavizm ya da Pangermenizmin çizmeleri altında ezilmemek üzere, kendileri için yeni bir çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Avrupa kıtasına gelince Vatikan’ın etkisiyle Hıristiyan olan Macarlar bu yüzden Türk ve İslam dünyasından uzaklaşmışlar ve Hristiyan Avrupa kıtası içinde eriyip gidince kendi geçmişlerini unutmuşlardır. Avrupa kıtasının ortasında beş yüz yıllık bir krallık kurabilecek kadar ileri giden Macarların, Hıristiyan dinini benimsedikten sonra iyice bu kıta ile bütünleşerek, geçmişlerini ve eski geleneksel yapılarını unutma aşamasına geldikleri görülmüştür.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde Pangermenizm ile Panslavizm, Doğu Avrupa bölgesini ele geçirme yarışına kalkışırken, arada kalıp ezilmemek ve büyük bir savaş içinde fazla insan kaybetmemek üzere Macar aydınları arasında bir arayış başlamıştır. Bu gibi girişimlerin sonucunda Macarlar tekrar eski köklerine döndükleri noktada, Asya kıtasından gelip bu topraklara yerleşme gerçeği ile karşı karşıya kalmışlardır.
Bin iki yüz yıldır Avrupa kıtasının ortalarında yaşayan ve bu bölgede bağımsız devletler ile imparatorluk kuran Macarlar, giderek genişleyen Pangermenizm ile Panslavizm arasında sıkışıp kalınca, bu iki büyük hareket karşısında eriyip yok olmamak üzere; Macar aydınları arasında kendi kökenlerini öne çıkararak ayrı bir akım biçiminde geliştiren yeni bir pancılık akımı örgütlenme aşamasına gelinmiştir. İşte bu akım Panturanizm olarak siyaset sahnesinde öne çıkarken, Macarların tarih sahnesine çıktığı coğrafya esas alınmıştır. Bir orta Avrupa ülkesi olmasına rağmen kendilerini kurtarma doğrultusunda bir Panavrupacılık akımını kurtuluş çaresi olarak görmeyen Macar aydınları, silkelenip kendilerine döndükleri noktada bir Asya toplumu olduklarını kimliklerini ve ulusal yapılarını koruma noktasına hatırlayarak, Panturanizm akımıyla ortaya çıkmışlardır.
Panturanizm, dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya kıtasında Pangermenizm ile Panslavizme dayanan Alman ve Rus emperyalizmlerine teslim olmamak üzere örgütlenmiş bir akımdır. Tarihsel olarak Macarların geçmişi incelendiğinde, bugün Rusya Federasyonu sınırları içerisinde ayrı bir devlet olarak yer alan Başkürdistan ülkesinden geldikleri anlaşılmaktadır. Hazar Denizi’nin kuzey bölgesinde yer alan Başkürdistan ilk Macar Devleti’nin kurulduğu bölge olmuş ve daha sonra göçler yolu ile Avrupa katısına gidilince, ikinci Macar Devleti Tuna Nehri kıyılarında kurulmuştur. Yirminci yüz yılda, dünya savaşları ile yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken, bütün halklar ve toplumlar kendi kimliklerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlar, tarih sahnesinde eriyip gitmemek için kendilerine özgü bir çıkış yolu olarak Başkurtistan’ın tam ortalarında yer aldığı Turan coğrafyası hareket noktası olarak benimsenerek, Pangermenizme, Panslavizme ve Panislamizme karşı ayrı bir çizgide Panturanizm, Macar aydınlarının öncülüğünde dünya sahnesinde yerini almıştır.
Panturanizmin siyasal bir akım olarak tarih sahnesine çıkışı, emperyal bir hegemonya arayan Macar emperyalizminin girişimleriyle değil aksine, Panslavizm ya da Pangermenizm gibi iki emperyalist akımın çekişme ve çatışma alanı ortasında kalarak yok olmamak üzere, Macar aydınlarının gündeme getirmiş olduğu bir ulusal var olma ve kendini savunma refleksidir. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada, belirli bir bölgede topluca yaşayan insan gruplarını bir araya getirmek, ya da kendi devletlerinin eski imparatorluk alanlarındaki siyasal gücünü koruyarak yola devam etme çabasında olan emperyal politikalar kendi pancılıklarını bölge halklarına dayatınca, Slav ya da Germen asıllı olmayan Macarların tarihsel köken arayışları gündeme gelmiştir. Macarlar Hıristiyan kimlikleri yüzünden uzaklaştıkları Türk dünyasına geri dönünce kendi gerçek kimliklerini görmüşler ve bütün Ural-Altay halkları gibi Turan bölgesinin Türk asıllı kavimlerinden olduklarını anlamışlardır.
Hazar imparatorluğu gibi bir büyük Türk devletinin uzantısı olarak göçler yolu ile Avrupa kıtasının ortalarına gelerek bin yılı aşkın bir süredir bu bölgede yaşamlarını sürdüren Macarlar, Alman ve Rus emperyalizmlerinin ayağının altında kalmamak üzere, yüzlerini doğuya dönerek kendileri için bir çıkış yolu aramaya yönelmişlerdir. Bu nedenle, tarih sahnesine çıkmış oldukları bölgenin adını öne çıkararak, Ural-Altay bölgesinden ortaya çıkmış olan halklara Turani kavimler demişler ve kendilerini de Turan toplumları içerisinde sayarak, Panturanizmi kendi kökenleri ile tarihsel geçmişlerine en uygun yol olarak görmüşlerdir. Bir orta Avrupa milleti olarak Macarlar köklerine döndükleri aşamada, tıpkı Almanlar gibi bir doğu politikasını öne çıkarmaya çalışmışlardır. Almanların Ostpolitik adını verdikleri milli doğu politikasına paralel bir çizgide Macarları da doğu politikalarına Turanizm adını vererek, Panturanizmin öncülüğünü yapmaya çalışmışlardır.
Turancılık, Slavcılık, Germencilik ve İslamcılık akımlarına karşı bir ulusal savunma ya da alternatif arayışı olarak gündeme geldiği aşamada, Macaristan’da Turan Cemiyeti kurulmuş, ayrıca bu doğrultuda başka örgütlenmelere gidilerek Macarlar ile beraber Avrupa kıtasının Türk asıllı toplulukları ile yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır.
Tarihteki adı Fin-Ogur göçleri olan toplumsal hareketlilik süreci içerisinde, Hazar bölgesinden Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan Türk asıllı toplumlar olan Bulgarlar, Finliler, Estonlar, ve Çekler ile yakın ilişkiler kurularak, Germen ve Slav asıllı kavimlere karşı bir Turan birlikteliği Panturanizm çizgisinde sağlanmaya çalışılmıştır. Macaristan bu aşamada, Avrasya’daki Rusya ve Almanya hegemonya arayışının alternatif merkezi haline gelince, Macar aydınları ülkelerinden kalkarak Orta Doğu ve Orta Asya yollarına düşmüşler ve kendilerinin de içinden çıkmış oldukları Turan coğrafyasının yeni dönemdeki durumunu tespit etmeye çalışmışlardır.
Macarlar kendi gelecekleri açısından çok korktukları bir Almanya ve Rusya savaşı sırasında savaş alanının ortasında kalarak yok olmak istemedikleri için, kendilerinin Turan adını verdikleri bölgedeki Türk ve Müslüman asıllı halkların durumlarını da belirlemeye çalışmışlardır. Önceliği kendi anavatanları olan Başkürdistan’a veren Macar aydınları, bu bölgenin iç Asya tarafında kalması ve bu yüzden geri dönme ve yeni bir göç mekânı olması açısından yetersiz kaldığını belirleyince, ön Asya coğrafyasının en cazip bölgesi olan Anadolu yarımadası ile de yakından ilgilenmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğunun da bir Türk devleti olması yüzünden, bu bölgeye kendilerini daha yakın hisseden Macarlar, bir büyük savaş sırasında Turan bölgesine geri dönüş istikametinde Doğu Anadolu bölgesini kendileri açısından yerleşmek için uygun bir bölge olarak görmüşlerdir. Bu doğrultuda üç yüz den fazla Macar aydını, Osmanlı ülkesine gelerek, Anadolu yarım adasını karış karış gezmişler ve bu ülkeyi, bir büyük savaş sırasında yeni yerleşme alanı olarak belirlemişlerdir. Asya kökenli bir halk olarak kendi geleceklerini Avrupa ‘da değil, tarih sahnesine çıktıkları topraklarda aramaya başlayan Macar aydınları sahip oldukları tarih bilinci ile dünyanın yeniden biçimlenmesi aşamasında hem kendi açılarından hem de dünya dengeleri yüzünden etkin olmaya çaba göstermişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya ile birlikte hareket eden Macarlar, doğuya doğru yöneldikleri aşamada Panturanizmi daha da geliştirmişler ve Bulgarlar ve Osmanlılar gibi iki önemli devlet ile, batı Avrupalı Atlantik güçlerine karşı ortak bir savaş içerisinde yer almışlardır.
Atlantik emperyalizmi İngiltere ve Fransa üzerinden dünyanın merkezine dönerek, Avrasya kıtasını ele geçirmeye yöneldiği bir aşamada, dünyanın doğusunda yer alan Turan bölgesinin halkları bir araya gelerek kendi anavatanlarında daha güçlü bir çıkışın arayışı içinde olmuşlardır.
Macar aydınlarının orta Avrupa bölgesinde başlattıkları Turan kökenli kavimlerin gelecek arayışı, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgesine kadar ulaşmış ve bu doğrultuda Panturanizm akımı Panslavizm, Pangermenizm ve Panislamizm akımlarına karşı Türk asıllı toplulukların geleceği açısından devreye girmiştir. Dünyü savaşları ile dünya düzeni yeniden kurulmak istenirken, Slav ve Germen asıllı toplumlara karşı Turan asıllı kavimler bir araya gelerek birleşmek zorunda kalmışlardır Ural-Altay, ya da Turan denilen bölge kökenli olarak dünya sahnesine çıkmış olan bütün Türk asıllı kavimlerin ortak bir gelecek arayışı olarak Panturanizm, en batılı ve gelişmiş Turan toplumu olan Macaristan’da dünya sahnesine çıkmış olması bir rastlantı değil, aksine tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bir siyasal birikimin sonucudur. Macarlar, Turan bölgesini yeniden keşfederlerken tarih sahnesindeki Türk varlığını sorgulayarak, geleceğin dünyası için Panturanizmi bir çıkış yolu olarak görüyorlardı. Turanizm, Macar milleti üzerinden bütün Turan kavimlerinin ve Türk dünyasının yeniden ayağa kalkışının bir anlamda yeni simgesi olarak öne çıkıyordu.
Turancılık Macaristan’da ortaya çıktıktan sonra bütün Türk dünyasında hızla yayılırken Osmanlı İmparatorluğu içinde de tartışılmaya başlanmış ve Türk asıllı Osmanlı toplulukları içinde çok hızlı bir biçimde etki sağlayarak, imparatorluk sonrası dönemde, bir Türk devletinin kurulmasına giden yolda önemli bir ölçüde katkı sağlamıştır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçerken, Turancılığın getirdiği uyanış ile Türkçülük akımı devreye girmiş ve bu akımın hızla örgütlenmesi sayesinde, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye cumhuriyeti çağdaş bir devlet olarak kurulmuştur.
Ön Asya ve Orta Asya bölgelerini içine alan, Hazar ve Kafkasya merkezli alana, Turancılık akımı sonrasında Turan bölgesi adı verilmiştir. Güneyinde İran’ın yer aldığı , Turan coğrafyası, Hazar denizinin iki yakasında bir araya gelerek Çin seddine kadar uzanan bütün Türk toplumlarını içine alacak bir düzeyde gelişmeler göstermiştir.
Orta Asya, Kafkasya, Hazar, Ön Asya ve Balkanlar gibi bölgelerde yaşamlarını sürdüren Türk asıllı topluluklar, daha sonraki aşamada Avrupa’daki Turani kavimler ile bir araya gelebilmenin yollarını Panturanizm akımı sayesinde bulabilmişlerdir.
Bu yönü ile Turancılık, Slav, Germen, Latin ve Anglosakson halklarına karşı, Turan bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türk asıllı toplulukların var olma ideolojisidir.
Bu yönü ile de, ciddi bir haklılık temeline sahip bulunmaktadır. Dünya haritasında yer alan bütün uluslar ve halklar gibi, Turan halklarının da var olma ve yaşamlarını sürdürme hakları bulunmaktadır.
Batılı ya da Avrupalı uluslar kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya hegemonyası oluşturabilmek için dünya savaşlarını gündeme getirirken, tüm diğer halklar gibi Turan kavimleri ve toplumları da kendi varlıklarını koruyabilmenin ve güvence altına alabilmenin yollarını arayacaklardır. Macar aydınlarının bu alanda öncülük yaparak öne çıkmalarıyla, Germen ve Slav asıllı toplulukların yeni emperyal düzenler oluşturarak, Turan asıllı kavimleri yok etme projeleri önlenebilmiştir. Bu gerçek de, Turancılığın emperyalist amaçlı saldırgan bir ideoloji değil, Rus, Alman, Latin ya da Anglosakson kökenli toplumların saldırganlığına karşı tamamen savunmacı bir çizgide haklılık gösteren bir yaklaşım olduğunu açıkça göstermektedir.
Turancılık akımı, Türk asıllı Turan kavimlerinin varlığını korumak ve diğer saldırgan ırkçı ideolojilere karşı, Türk ve Turan dünyasının haklı ve meşru var olma mücadelesiyle dünya barışını meşru zeminde oluşturabilmenin arayışıdır. Hiçbir biçimde saldırgan bir ırkçılık olmayan Turancılık, bu yönü ile ele alındığında bütünüyle haklılık kazanmaktadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN